Okul Meselesi



Okul meselesi lazım ile tekfir ve ihtimalli fiillerle tekfir kapsamına girer.
Malumdur ki bizim zamanımızda içinde çeşitli küfür akidelerini öğreten tagutun okullarına insanlar çocuklarını göndermektedirler. Bunun için ilmi az olan bazıları, bu insanlar söz konusu küfürlere razılar diye sırf okullara çocuklarını gönderdikleri için onları tekfir etmektedirler. Yani göndermenin razı olmak olduğunu söylerler. Ancak çocuklarını okullara gönderenlerin çoğu sadece ve sadece okuma yazma matematik vs. gibi ilimleri öğrenmek için çocuklarını gönderirler. Bu gibi insanların hallerini şu şekilde inceleyebiliriz:

A) Büyük bir kısmı okuldaki küfürlerden herhangi bir şekilde haberdar değillerdir. Kişi haberdar olmadığı fiilden nasıl razı olabilir ki?!
Çoğu veliler çocuklarının okulda ne yaptığını okuduğu kitapların ne içerdiğini bilmemektedir ve hayatı boyunca bu veli bir okul kitabını dahi açmamıştır.

B) Okuldaki küfürlerden haberdar olanlar ise iki bölümdür:

B.1) Onlardan razı olduğunu açıklayanlar. Böyle insanlar çocuklarını okula göndermeseler de küfürden razı oldukları için kâfir olmuşlardır.

B.2) Okuldaki küfürlerden haberdar olup razı olmadığını söyleyenler. Her ne kadar göndermeyi rızanın alameti olarak kabul etsek bile sözlü ikrarla karşı geldiği zaman (yani kişi açık bir şekilde küfürden razı olmadığını ikrar ettiği zaman) ona (göndermek rızaya alamettir sözüne) itibar edilmez.

Demokrasi, laiklik, sosyalizm gibi okulda öğretilen küfri akideleri fark edip dini hassasiyete sahip olan insanlar söz konusu küfür akidelerini kabul etmediklerini ve çocuklarını uyardıklarını söylemektedirler. Bazıları ise okuma yazma bilmesinin önemli olduğunu başka bir İslami alternatif bulunmadığı için çocuğunu bu okullara gönderdiklerini söylemektedirler.

Bugün devletlerin çoğunda eğitimin belli yıllar için mecburiyeti vardır ( 8 yıl-12 yıl ) Çocuğunu göndermeyen ise hapse, mali zararlar, ev haczi gibi sıkıntılara maruz kalabilir. Yani ikrah şüphesi söz konusu olabilir. İkrahın şartlarını ilerde bahsedeceğiz Biiznillah.

Yukarıda yazmış olduğumuz şeylerin hepsi birbiri üzerine olan şüphelerdir. Bazıları bazılarından daha ağırdır. Sırf göndermekle tekfir etmeyi engeller.

Bütün bunlardan sonra, ilmi yüzeysel olan ve dinin en büyük konularında ilimsizce konuşmak ona hafif gelen bazıları, Sırf söz konusu okullara göndermekle tekfir etmektedir. Onlardan birinin cehaletini ortaya çıkararak şöyle bir cümle yazdığını gördüm: ''Çocuğu okula göndermek bizatihi küfürdür.''

Allah imam Şevkani ye rahmet etsin doğru söylemiş. Dedi ki: “Dinini tehlikeye atmak isteyenler ise ancak kendi aleyhlerine bir cinayet işlemiş olur.''

Bu söz ile ilim, hikmet, iman ve Allah’tan korku ile dolu olan eski muhakkik âlimlerimizin sözleri arasında bir mukayese yap, hüküm senindir.
Dediler ki: ''Küfre razı olmak mutlak bir şekilde küfür değildir. Küfre razı olmak ancak istihzan (kabullenmek ve iyi görmek) sebebi ile küfür olur''
Onların delilleri ise Musa(as)’ın Firavunun ölene kadar kâfir kalması için beddua etmesi ve daha başka deliller.

Keşmiri (rh) şöyle der: Bazı âlimler, bir şahsın kâfir olarak ölmesi için beddua etmenin küfür olmadığına dair bu ayeti delil gösterdiler. Tabiî ki eğer bedduanın sebebi küfrü beğenmesi değil, Allah Tealanın bu kişiden intikam almasını temenni etmek ise bu küfür değildir. Bu görüşü şeyhülislam Havahir Zade benimsemiştir. Dolayısıyla onların(âlimlerin) başkasının küfrüne razı olmak küfürdür sözü mutlak bir şekilde anlaşılmamalıdır. Bilakis beğenmek şartına bağlanmalıdır.

Ancak ''Zahira'' kitabının müellifi şöyle demiştir:
İmam Ebu Hanife’den, başkasının küfrüne razı olmanın küfür olduğuna dair bir rivayet bulduk ve ayrıntısını görmedik. Hâlbuki Ebu Mansur Maturi den nakledilen görüşe göre ayrıntı vermek gerekir.
Dolayısıyla meselede ihtilaf vardır ve kabul edilmeye şayan görüş şudur ki: Küfrün kendisinden razı olmak, yani küfür olduğu için küfre razı olmak küfürdür. Bu şart önemlidir.

Hâlbuki küfrün elim azabın sebebi olacağı veya Allah ın kaderinden olduğu için küfre razı olmak küfür değildir.
Mekke’nin fethinden gelen sahih hadis bu görüşü destekler.
Burada kast ettiğimiz hadis ibn Ebi Serah ile Osman(ra) ın hadisidir. Nebi(sav) sahabelerden birsi kalkıp onu öldürsün diye durumun başında susmuştur. Daha sonra tövbesini kabul etmiştir.
( Bu hadisi ibn Ebi Şeybe Ebu Davud Nesai ibn Merdebey Sa'd(ra)dan rivayet etmişlerdir siyerde meşhurdur.)

Bu konuda bazı muhakkiklerde şöyle demişlerdir:
Cibril (as)’ın böyle bir şeyi yapmasının sebebi (firavun boğularak tövbe etmeye çalışıyorken Cibril (as) firavun elim azap görsün diye ağzına çamur sokarak konuşmasını engellemesi) Her şeyi kapsayan Rabbinin deniz gibi olan rahmetinin bir mucize şeklinde Firavuna yetişmesinden korkmasıdır.
Küfre razı olmak meselesine gelince hak olan görüş: Mutlak bir şekilde küfür olmamasıdır. Ancak küfrü beğenirse yada kişi kendi küfründen razı ise kafir olur. Alemul huda te'villerinde böyle geçer.
(Feyzul Bari c.4 s.190-191 ve Ruhul Meani c.3 s.483 ve 535)

Şeyh Makdisi şöyle der: Bazı kimseler ; okullarda sistem için yapılan aşırı saygı fillerinden dolayı ayrım yapmaksızın çocuğunu okula gönderen herkesi tekfir etmektedirler. Söz konusu fiillere ilmi gözle bakan kişi tekfir için yeterli olmadığını görecektir.

Bu gibi konularda Şeyh Makdisi şöyle diyor:
Kafirlerin küfre delaleti açık olmayan bayrağını veya simgelerini taşımak , devlet dairelerinde veya meydanlarda asılmış resimlerin altında bulunmak.
Bunların hiç birisi tekfir için yeterli birer sebep niteliğinde değildir. Bayrak sebebiyle insanları tekfir edenler, bildiğimiz kadarıyla şu iki sebebe binaen bunu yapmaktadırlar;

Birincisi : onları yüceltmek ve saygı göstermek, putlara sevgi ve tazim göstermek gibidir ilkesi. Halbuki bu doğru ve iyi bir tespit değildir. Putları yüceltmek , ilahlaştırma ve kulluk manasındadır. Korku ve umudun bulunduğu bir ibadettir. Bunu yapanlar putlara korku ve ümit bağlarlar, putların fayda ve zarar verdiğini ve Allah Tealaya yaklaştırdığını düşünürler.
Yüceltme fiilinde korku ümit ilahlaştırma sevgi ve sevap düşüncesi yoksa, ibadet veya şirk anlamına da gelmez. Aşırılık ve abartma ile yapılması halinde, buna yol açabilecek bir kapı niteliğini alır. Aynı şekilde her sevgi ve korkuda ibadet değildir. Mutlaka bunların ayrı ayrı değerlendirilmesi gerekir.
Kimsenin, bu bayrak ve buna benzer simgeleri ibadet niteliğiyle yücelttiğini bilmiyorum. Sadece abartma kabilinden bir yüceltme bulunmaktadır. Şirke yol açabileceği endişesi taşıyan, ama kendisi şirk olmayan yüceltme, abartma, saygı ve tazim olsa olsa Rasulullah (sav) in yasakladığı, yöneticilere saygı adına ayağa kalkma türünden bir meseledir.
Rasulullah(sav) hasta iken oturarak namaz kıldığında sahabe(r.anhum) un oturmadığını görünce onları bundan nehy etmiş ve şöyle demiştir:
Az önce nerdeyse Bizans ve İranlıların yaptığını yapacaktınız. Kralları otururken onlar ayakta dururlar. Siz bunu yapmayın.’ (Muslim)

İmam Ahmed’in rivayetinde ise şöyle geçmektedir:
‘ Acemin birbirlerine saygı göstermek amacıyla ayağa kalktığı gibi sizde ayağa kalkmayın.’ (Musned c.5 s.253-256)

Sahabe (r.anhum) un bu şekilde davranması, küfür anlamı taşımamıştır. Elle selamlama, saygı ve tazim gösterme, ayağa kalkma gibi günümüz devletlerinin ortaya çıkardığı bu törenler, İslam devletini yok eden , Müslümanları bölüp parçalayan , İslam’ın bayrağını indiren bu yönetimler ve devletlerin simgelerine saygı anlamı taşısa bile ,mücerret olarak küfre götüren bir ibadet anlamı taşımaz.
Bu mesele için ‘Saygı ve bağlılık içinde Allah a kulluk edin ‘(bakara 238) ayetini delil göstermekte doğru değildir.
Uzunca ayakta durmak anlamında kullanılsa bile, ayette geçen konuttan maksat , namaz ve içinde dua bulunan ibadetlerdir. Yoksa herhangi bir amaçla mübah olan ayakta durma veya yasaklanan saygı ve hürmet için ayakta durma manasında değildir. Bu duruşların hiçbiri ibadet veya küfür niteliğinde olmaz.
Alimler, kunut sözcüğünün on kadar manası olduğunu belirtmişlerdir. (Şevkani Neylul Evtar, Kitabul-libas)

Bu manalardan bazıları uzunca duruş, huşu, itaat, dua ve konuşmama olarak sayılabilir. Namazın farz kılındığı ilk zamanlarda sahabe (r. Anhum) bazen namazda konuşurlardı. Sonra bu ayet indi ve konuşma yasaklandı.
Zeyd bin Erkam (ra)dan şöyle rivayet edilmektedir:
‘Rasulullah(sav) zamanında ‘saygı ve bağlılık içinde Allah’a durun’ ayeti ininceye kadar kişi ihtiyacı olduğunda namazda arkadaşıyla konuşurdu. Ayet inince konuşmamız yasaklandı.’

Meselenin bu şekilde tafsilatına inilerek değerlendirilmesi gerektiğine göre, bayrak ve çeşitli simgeler karşısında ibadet ve itaat düşüncesiyle duranların bulunması ihtimali bulunsa bile şahsen ben asli kafirler , Mecusiler, Hindular veya Budistlerde bile bir şeyin olduğunu bilmiyorum. Buna rağmen derim ki böyle bir şey bulunursa da delaleti açık olmayan amellerdeki uygulamanın aynısı yapılır. Böyle bir şey küfre kapı açan bir günah, münker veya masiyet olabilir. Yada Allah Tealadan başkasına yapılan ve kişiyi küfre götüren bir ibadette olabilir.
Bu meselenin delaleti ihtimal taşıyan fiillerden olmasının sebeplerinden biri de ilk asırlarda Müslümanlarında seçtikleri bayraklarının olması ve insanların bu tür bayraklar kullanmaya ihtiyaç duymalarıdır.
Diğer taraftan bazı alimler, bundan daha ciddi bir mesele olan rüku ve secde hareketini ele almışlar ve birine ilah olduğu gerekçesiyle secde yapma ile Kralların yanına girip saygı ifadesi olarak yere eğilmeyi birbirinden ayırmışlardır. Birine ilahlık düşüncesiyle secde veya rüku yapmayı şirk kabul ederken, sadece saygı ifadesi olarak yere kapanmayı küfür olarak saymamışlardır. (bkz. Şevkani Es-Seylul-Cerrar c.4 s.580 Yine Kral ve hükümdarlara saygı ifadesi olarak insanların yeri öpmesi ruku ve secdeye kapanması ile bunu ibadet ve din olarak yapanların arasındaki fark için bkz. ;Mecmu’ul Fetava c.1 s.257 İbn Nuceym in ibadet niyetiyle yapılan eğilme ve secdeleri, saygı amaçlı yapılanlarından ayırması ve ayrıca alimlerin çoğunluğuna göre bunu saygı amacıyla yapanların kafir olmadıkları ile ilgili olarak bkz.: El-Bahru’r –Raik c.5 s.134)

Ancak bu hiçbir zaman saygı gayesi ile de olsa bu tür hareketlerin yapılmasının mubah olduğunu göstermez.
Bu bayrakların, Allah telanın hükmü ile hükmetmeyen küfür sistemlerini sembolize ettiği iddiası:
Bunlar bu bayrakları diken, yücelten ve saygı gösterenlerin kafir sistemlerin dostu olacağını ve dolayısıyla da küfre gireceğini söylerler. Halbuki bu, delaleti ihtimal taşıyan bir sebeptir. Dolayısıyla gerekli araştırmanın yapılması ve her fiilin ayrı ayrı değerlendirilmesi gerekir her şeyden önce bir takım insanlar bu bayrakları sistemlerin ve yöneticilerin sembolü değil, vatan ve milletin sembolü olarak görmektedir. Yöneticiler sistemler ve hükümetler değişebilir. Ancak bu bayraklar nadiren değişir. Bunun en açık örneği, Filistin halkının onlarca yıldır kullandıkları bayraklarıdır. Bu bayrağın sembolize ettiği bir yönetim ve yönetici bulunmamaktadır….

Bazıları ise bu bayrakları haç ile kıyas etmişlerdir. Bu da doğru değildir. Çünkü haçın Hıristiyanların akidesine delaleti açıktır ve bu herkes tarafından bilinmektedir.
Tirmizi ve Taberani de aktarılan bir rivayette , Rasulullah(sav) haçı put olarak nitelendirmiştir…..

Bütün bunlar ayrı ayrı ele alınıp değerlendirilmeden bu bayrakları asmayı, yüceltmeyi veya saygı göstermeyi tekfirin sebebi olarak kabul etmenin acelecilik, tedbirsizlik ve isabetsizlik olduğunu göstermektedir.

Bu simgelerin biride tagutların devlet dairelerinde asılı olan resimleri ve sözleridir. Bunları kamu görevlilerinin dairelerinde evlerinde iş yerlerinde çerçeveletip asarlar. Bu resim ve sözlerde bunların asılı olduğu yerlerde oturan kişilerin tekfiri için yeterli bir sebep değildir. İster memur olsun ister bir işi için oraya girmiş olsun, bu tür simgelerin asılı olduğu yerlerde oturan kişileri tekfir etmek, kan ve mallarının helal olduğunu söylemek doğru değildir.

Bu gün bu simgeler ve resimler cadde sokaklarda ve bütün kurumlarda genel bir musibet halini almıştır. Onları asmakta kişinin hür iradesi bulunmadığı sürece, sadece bundan dolayı tekfir etmek doğru olmaz. Rasulullah (sav) Mekke’de iken Kabe’nin etrafında ve damında üç yüzden fazla put vardı. Bunlar Rasulullah(sav)i Kabe’nin yanında namaz kılmaktan alıkoymazdı.
Putların orada bulunması ve onları kırmaya gücünün yetmemesine rağmen bu durum Rasulullah(sav)i Kabe’nin yanında oturmaktan alıkoymazdı.
Kişinin bu resim veya sözlerin yanında bulunuyor olması, onlardan hoşnut olduğu veya onları yücelttiği anlamına gelmez. Kaldı ki bu şeyler toplumda insanların istememesine rağmen genel bir musibet haline gelmiştir. Üzerinde tagutların resimleri veya sembolleri bulunan para hemen her Müslüman’ın elinde ve cebinde bulunmaktadır. (30 Risale s.167-172)

Lazım ile tekfirin bu zamanda çok örnekleri vardır. Cahiller insanların tekfir edilmeleri ve kanlarının ve mallarının helal kılınması için bunu bahane etmiştir.
Biz bu konuda bazı batıl örnekleri vermeye çalışacağız.:

a) Kim kimlik veya pasaport çıkartırsa kâfirdir. Çünkü bu fiil kâfir rejimi tanımak onun parçası olmak ona destek vermek ve yardım etmektir. (kimse kimlik çıkartmazsa rejimin meşruiyeti kalmaz.)
Devletin taguti kanunlarını tanımak ve o kanunlarla yargılanmak için taahhüt vermek aynı şekilde murted rejimin sayısını çoğaltmak demektir.

b) Küfür kanunlarıyla yönetilen bir ülkede yaşayıp o kanunlara karşı baş kaldırmayan razı olmadığını göstermeyen cihad etmeyen herkes kâfirdir. Çünkü onun susması razı olma alametidir. (usulde suskun bir kişiye bir söz isnat edilmez. Yani bir kişinin suskunluğu razı olma veya razı olmama alameti sayılmaz).
Ancak bu insanlardan hayatında tam bir usul kitabını okuyup onu anlayan birisini bulamazsın ki.!!!!
Yine hadisi şerifte Allah Rasulu (sav) inkâr derecelerinden söz ederek (elle, kalple, dille) yanında söz olmasa da kalbin inkârını imandan saymıştır.(imanın en zayıf derecesi)

c) Kâfir rejime vergi ödeyen herkes kâfirdir. Çünkü vergi ödeyen kişi söz konusu rejime mali yardım sağlamaktadır. (Mali yardım silah yardımı gibidir)
Kâfir rejim ise bu para ile silah alıp ordusunu güçlendirmekte veya muvahhidlere karşı olan savaşta bu paraları kullanmaktadır. Cezaevleri inşa edip muvahhidleri içeri atmaktadır. Cumhurbaşkanına başbakana hakimlere savcılara Müslümanlara işkence eden Müslümanların ırzına geçen TEM elemanlarına ve askerlere taguti görevlerini yaptıkları için bu vergilerle maaş vermektedir. İslam’a karşı muhalif eğitim kitapları basmak için para harcamaktadır.... vs.vs. (saymak için bir kitap yetmeyecek kadar olan şeyler) vergi ödeyen kişiler bütün bu yapılanlara ortaktırlar. Tekfircilerden biraz fıkıh kitabı okuyan kişi şöyle der: Burada ikrah davası batıldır. Çünkü kişi devlete vergi ödetecek bir iş yapmak zorunda değildir. Mısır satsın!!

d) Kendisinden büyük bir zulüm kaldırmak için olsa da taguti mahkemelere giden herkes kâfirdir. Çünkü taguta muhakeme olmuştur.

Belki onlara göre kafir rejimin inşa ettiği parklara gitmek de küfür olabilir. Çünkü parka gitmek rejimi tanımak, yaptıklarına rıza göstermek, ona destek vermek olabilir. Çünkü kimse bu parklara gitmezse rejim bir daha park yaptırmaz. Halbuki rejimin park için kullandığı para Müslümanlardan gasp ettiği paralardır.

Örneklerimizi daha çoğaltabiliriz. Bu örnekleri tekfircilerin kitaplarında süslü ibarelerle edebi üsluplarla ve boş, duygusal, hitabet türünden olan ifadelerle kağıda ve mürekkebin parasına değmeyecek olan kitaplarında bulabilirsiniz.
Geniş laflarla ve genel üslupla kimseyi tanımayan, büyük ifadelerle muhatabı etkilemeye çalışırlar. Aynı zamanda konuyla alakalı olmayan veya manasından saptırılıp yanlış anlatılan ayetlerle ve hadislerle yazdıklarını süslemeye çalışırlar.
Bu boş laflar ancak cahillere geçer. Bunlardan dolayı kanlar dökülür namuslar helal kılınır. Mallar yağmalanır ve bütün ümmet cihadi hareketten nefret eder. Böyle bir durum ancak Allah düşmanlarını sevindirir.

Şeyh Makdisi şöyle der: Bizim yapmak istediğimiz sadece bu işin usulünü, kuralını ve ölçüsünü belirlemek, delillerini ortaya koyamaya çalışmaktır. Hamasi genellemeler, hakkın ortaya çıkması konusunda bir şey veremezleri susamış kişinin su sandığı, ama yanına geldiğinde su değil, zehir olduğu hamasi sözlere ve genellemelere ihtiyacımız yoktur.
Tağutun tekfir edilmesini, onların inkar edilmesi konusunda şart olarak gören bazıları, günümüz alimlerinin bazı genellemeleri dışında bu söyledikleri ile ilgili hiçbir delil gösteremezler. Bu kişiler alimlerin sözlerinden yaralanırlar. Ancak alimlerin sözleri delil olmayıp, delillendirilmesi gerekenlerdendir….
Şimdi soruyoruz; tagutların tekfir edilmesinin, taguta ibadetten kaçınma ve onu inkar etmenin sıhhatinin şartı olduğuna dair, Allah Tealanın veya O’nun Rasulu (sav) in sözünde açık bir delil var mıdır?
Taguta ibadetten kaçınma ve onu inkar etmenin İslam ın sıhhatinin şartı olduğuna dair ittifak bulunmaktadır. Tagutu reddetmek ona ibadet etmeyi reddetmek, batıl din ve şeriatını reddetmek, ona dostlukta bulunmayı ve destek vermeyi reddetmek anlamında tagutu inkar, Müslüman’ın İslam’ının sahih olduğunu gösterir.
Allah Teala kullarını müjdeleyerek şöyle buyurmaktadır; ’Taguta kulluk etmekten kaçınıp Allah a yönelenlere müjdeler vardır.’(Zumer 17)

….. Bu genelleme konusunda aşırıya kaçanlardan bazılarıyla bir ara münakaşa ettim ve onlara aynı şeyi sordum. Kitap ve sünnetten buna açıkça delalet eden bir tek delil gösteremediler. Delil olarak sadece Muhammed bin Abdulvahhab’ın sözlerine dayandıklarını söylediler. (Yani bizim bahsettiğimiz bu gençler gibi Bakara 256. ayetini delil olarak göstermemişler. Çünkü Şeyh Makdisi ile münakaşa yapan insanlar Arap’tır. ‘KEFERA’ ile ‘KEFFERA’ arasındaki farkı biliyorlar!!!!)

Bütün bunlar, dinde hüküm verirken, kendisine göre hareket edilmesi gereken şeri delillere bakmak ve onları anlamak ile öğrenilir. Hata yapma ihtimali daima bulunan insanoğlunun sözleri ile dinde hüküm vermek doğru olmaz. Kişilerin sözlerine dayanarak, dinde hüküm vermek ve bu sözleri ölçü ve kural olarak kabul etmek doğru olsaydı, ibn Abdulvahhab ve Necid’li davet alimlerinin sözlerine benzer, bir çok söz bulunabilirdir. ‘’Mecmuatu’t-Tevhid’’ kapsamında yer alan ve ibni Abdulvahhabın kitapları arasında bulunan bir risalede, tagutun manası hakkında söylediği sözde bu ifadeler arasındadır.
Bunları bahsetmemdeki amacım, alimlerin sözlerinin kuran olmadığını, onların hatadan masum olmadıklarını ve hiç şüphesiz hata yapabileceklerini, Rasulullah(sav) haricinde onların veya başkalarının dinimizde hüccet niteliğinde olmadığını açıklamaktır. Alimleri mutlak olan sözlerinin mukayyet olan sözleri ile tefsir edilerek, mutlak olan ifadelerin mukayyet olana hamledilmesi gerekir. Bu onlara ve kitaplarına iyilikte bulunmaktır. Onların mutlak olan sözlerinin Ehli Sünnet itikadına göre anlaşılması Allah Tealaya karşı samimiyet ve ilmi emanetin gereğidir. Çünkü bu alimlerin kitaplarını inceleyen herkesin bildiği gibi onların yolu, tevhidi yüceltmeye, fazlasıyla izhar edilmesine destek olmaya, önemini açıklamaya, gereklerinin yerine getirilmesine, vaciplerinin uygulanmasını sağlamaya, şirkten şiddetle sakındırmaya, müşrikleri kötülemeye ve açık bir şirk niteliğinde olmasa bile şu veya bu şekilde ona giden bütün açık kapıları kapatmaya dayanmaktadır. Nitekim kendileri veya onlardan sonra gelen diğerleri bu genellemelerin, muayyen kişiler hakkında uygulanması konusunda açıklama yapma ihtiyacını duydular.…..
Bunu yapanların tümü taassup ehlinden olan mezhepçiler veya kabirlere tapan cahillerden ibaret değildir. Aksine aralarında İmam Şevkani (rh) gibi selef alimleri de bulunmaktadır.
Şevkani(rh), Muhammed ibni Abdulvahhab (rh) ve tabiileri için şöyle der:
‘Necidin sahibinin devleti kapsamında olmayan ve onların emirlerini tutmayan herkesi İslam dan çıkmış olarak görüyorlar.’(El-Bedru’t-Tali’ c.2 s.7)
Bundan dolayı anlaşılmaktadır ki: Muhammed bin Abdulvahhab (rh) ve diğer alimlerin sözleri hakkında tafsilatın yapılması ve ihtiyaca binaen kullandıkları bazı mutlak tekfir veya tehdit niteliğindeki sözleri ile, muayyen kişiler hakkında hüküm verilmemesi gerekir.
Ayrıca alimlerin sözlerini Ehli Sünnet metodunun ışığı altında anlamak gerekir. Özellikle Muhammed bin Abdulvahhab'ın menhecini bilen insanların, O’nun mutlak ifadeleri hakkında hüsnü zan beslemeleri ve bu sözleri muayyen fertlere indirgememeleri gerekir…
Dolayısıyla bu, Allah Tealanın kullarından dilediğine hidayet olarak ve yoksun kalanların kavrayamadığı bir anlayış ve fıkıhtır. Ayrıca bu anlayış gerek Şeyh Muhammed bin Abdulvahhab(rh) ın kendisine olsun ve gerekse O’nun yazdıklarına olsun bir iyiliktir. Bununla birlikte o beşerdir dolayısıyla da hatadan korunmuş değildir. O’nun sözleri de diğer bütün alimlerin sözlerinde olduğu gibi delil değildir ve kabul edilmesi için delile muhtaçtır. Hakka uygun düşen kabul edilebilir, aykırı olan ise reddedilir.
Nitekim diğer alimlerin sözleri incelendiğinde, onların da mukayyet olmayan mutlak ifadeler kullandıklarını görürüz. Bunların bazısı şirki tamamen bertaraf etmek ve ondan sakındırmak için mübalağa içeren sözlerdir. İnsan bu sözleri Ehli Sünnet metodu ışığında değerlendirmez ise aşırıların seslendirdiği bazı şeyleri söyleyebilir.
Ben bu sözleri deneyimsiz olarak söylemiyorum. Çünkü ilim tahsiline başladığımdan bugüne kadar Necid alimlerinin hemen hemen okumadığım hiçbir kitap kalmamıştır. ‘Milleti İbrahim’ ve diğer kitaplarımda, bu alimlerden bir çok nakilde bulundum. Naklettiğim bazı sözlere açıklamalarda bulundum ve okuyucunun dikkat etmesini istedim, bazı sözleri ise olduğu gibi bıraktım. Bu nedenle tekfirde yapılan hataları, bizim söylediklerimizde çelişkiye düştüğümüzü söylemlerimizden döndüğümüzü zannetmiştir. Halbuki bu gibi kişiler, tevhid yolundan sapan veya hak ve gereklerini yerine getirmeyen bütün kişilere şiddetle karşı çıktığımız ve tehdit ve müjdeyi mutlak olarak kullandığımız ifadelerimiz ile, tekfiri muayyen kişilere indirgemek ve özellikle bunu gerektirdiği özen, tafsilat ve dikkat konusunda söylediklerimiz arasındaki farkı anlamamaktadırlar. Bunlar, alimlerin mutlak tekfir ile muayyen tekfir hakkında söyledikleri arasında ayırım yapmadıkları gibi, her iki konu hakkında bizim söylediklerimizde de ayırım yapmamaktadırlar.
Üstelik Necid'li alimlerin kitaplarını okuduğum için biliyorum ki, açıklama ve tafsilat gerektiren mutlak ile de bu iş sınırlı kalmamaktadır.
Bilakis Süleyman bin Sehman Muhammed bin İbrahim Al’uş-şeyh gibi sonraki seçkin alimlerden öyle genelleme ve ifadeler sadır olmuştur ki , onlara uymak veya ölçüye uydurmak caiz değildir. Tehlikeli boyutta olması ve içerisinde mutlak olan bir çok ifade barındırması sebebiyle dikkat edilmesi gereken ifadelere örnek olarak, Amerika ve İngiltere nin dostu olan Abdulaziz'e muhalif olanlar hakkında verilen fetvaları verebiliriz. Abdulazize karşı çıkan Duveyş Acman ve beraberinde bulunan Müslüman kardeşlerden (İhvanı Muslim’in) olan kişileri fiilen tekfir ettiler, murted olduklarını söylediler….
Hatta onların tövbelerinin kabul edilip edilmemesi konusunda sorulan soruya verdikleri cevapta; Abdulaziz’e karşı çıkan bu kişilerin, tövbelerinin kabul edilmesi için Müslüman kardeşler cemaatiyle ilişkilerini tamamen kesme, bu cemaatin fertlerinin kafir olduklarını açıkça söyleme, malı, dili ve canı ile onlarla cihad etme şartını koştular. (Bkz. Ed-Duresus-Saniye c.7 s.330)

Dolayısıyla bu aktarılanlar üzerinde gereğince düşünmek ve bunlardan ibretler çıkarmak gerekir.ilim ehlinden de olsalar, kişilerin hatadan masum olmadığı ve kitaplarının batılı bulundurabileceği ihtimali unutulmamalıdır. (30 Risale s.352-359)

Aynı şekilde bu insanlar La ilahe İllallah’ın manasını bilmiyorlar diye onların imanını kabul etmezler.

Bu konuda Şeyh Makdisi şöyle der: Kardeşler bana şu şekilde itiraz ettiler:
''Bedevi, yaşlı kadın ve erkekler gibi avam halk sizin açıkladığınız şekilde şartlarıyla manileriyle ve lazımlarıyla La ilahe illallah’ın manasını bilmek zorunda mıdırlar ve bu şekilde La ilahe illallah’ın manasını bilmeyen avam halk kâfir olur mu?

Dedim ki: Allah’a hamd Rasulune salât ve selam olsun.
''Ne bedevi, ne yaşlı erkek ve kadınlar, nede avam insanlardan hiç birisi bizim beyan ettiğimiz şekilde ve âlimlerin kitaplarında ayrıntılı bir şekilde açıkladıkları gibi La ilahe illallahın şartlarını, manilerini ve lazımlarını yada ayrıntılı bir şekilde manasını bilmek zorunda değillerdir. Bunu İslam’ın şartlarından saymıyoruz. La ilahe illallahın manasını bu şekilde bilmeyenlerin kâfir olduklarını söylemiyoruz.
Bu gibi avam insanlar ancak İslam’ın sıhhat şartı olan tevhidi gerçekleştirmek ve şirkten uzak olmak zorundadırlar.
Allah teala şöyle buyuruyor: ''her kim tagutu inkâr edip Allah’a iman ederse...''(bakara 256)

Tagutu inkâr etmenin dereceleri vardır:
—Şartların en yükseği, en muazzamı, İslam’ın en doruğu-zirvesi olan; Tagutu yıkmak ve insanları onun ibadetinden uzaklaştırıp, yalnızca Allah’a ibadet etmeleri için cihad etmektir. Bu derece Allah’ın emrini ayakta tutan Taifetul mansura ehlinden olan mucahidlerin derecesidir. Allah’ın emri gelene kadar onlara muhalif olanlar, onları yarı yolda bırakanlar, onlara zarar veremeyeceklerdir. Dolayısıyla bu seçkinlerin yoludur. Biz insanların her birinin bu yolu izlemesinin zorunlu olduğunu söylemiyoruz. Çünkü bu yolun ehli seçkinlerdir. Allah bizi onlardan kılsın. (Allahumme ÂMİN)

—Derecelerin en düşüğüne gelince, onsuz kişinin Müslüman olamadığı dereceden bahsediyoruz. Bu derece ise, Allah Tealanın kendi haklarından saydığı ve bütün insanlığa farz kıldığı Allah’a ibadet etmek ve tağutlardan sakınmaktır.
Allah Teala buyuruyor ki: ''Biz her ümmete yalnız Allah’a ibadet etmeleri ve taguttan sakınmaları için peygamberler gönderdik.(Nahl–36)

—Taguttan sakınmak ise, ona yapılan her türlü ibadetten sakınmak onu ve ehlini dost edinmekten sakınmakla olur. Bu şekilde kişi şirki ekberden kurtulmuş olur ve hanif olur. Yani şirkten uzaklaşanlardan olur.
Kişi her türlü şirkten sakınıp, tagutlara ve ehline yardım etmez ve yalnızca Allah’a ibadet ederse, onsuz kişinin Müslüman olamadığı tevhidi yerine getirmiş olur.
Özellikle avam halk, yaşlı erkek ve kadınların, tevhidin ayrıntılarını âlimlerin kitaplarında açıkladığı şekilde manileriyle ve şartlarıyla ezbere bilmesinin şart olduğunu söylemiyoruz.
Ancak şart olan ve mühim olduğunu söylediğimiz şey, tevhidi gerçekleştirmek ve anlattığımız tevhidi bozan unsurlardan herhangi birine düşmemektir. Tevhidin aslını ve rükünlerini yerine getirip şirkten sakınırsa ve İslam’ı bozan unsurlardan birini işlemediği sürece bize göre Müslüman’dır ve bugün yaşlıların çoğu bu hal üzerinedirler. Keşke insanların çoğu onlar gibi olsalar. Çünkü onlar (yaşlılar) bugün ilmi davet ve marifeti iddia eden kimselerin çoğundan daha hayırlıdırlar.
Bu sözün aynısını eski âlimlerimiz şöyle söylemiştir: ”kim yaşlıların dini üzerine ölürse kazanmış olur”
Aynı şekilde bu söz felsefeye, kelam ilmine, Allah azze ve cellenin sıfatlarının teviline dalanlara söylenir. Bu gibi insanlar sükût edip kuran ve sünnete akıllarını ve fasit tevillerini sokmadan mücmel bir şekilde iman etmiş olsalardı, fıtrat ve yaşlıların yolu üzerine olurlardı.

Hukm-i İman Mucmel iman:

Peygamber (sav), bedevilerden ve onlar gibi avam halktan olan insanlardan şirkten beri olmayı ve Allah’a ibadet etmeyi içeren mücmel imanı kabul ederdi. Onların hiçbirisinden tevhidin şartlarını-bozanlarını ezberlemesini ve seçkin sahabelerin bildiği gibi tevhidin şartlarını ve bozanlarını bilmeyi şart koşmazdı. Bu babda Necidli adamın hadisi delildir.
Bu adam İslam’ın rükünlerini, temellerini (erkânlarını) öğrendikten sonra dedi ki; ”vallahi bunların üzerine ne fazla nede eksik yapacağım
Peygamber(sav) şöyle dedi: ”eğer doğru söylüyorsa felaha ermiştir”.

Aynı şekilde cariye hadisi de buna örnektir.
Peygamber(sav) ona şöyle sordu:”Allah nerededir” dedi ki “Allah göktedir
Peygamber(sav) “peki ben kimim” dedi.
Cariye “sen Allah’ın Rasulusün” dedi.
Daha sonra Peygamber (sav) “o müminedir onu azat edin” buyurdu.

Bu gibi hadisler şuna delalet etmektedir; Kim imanın alt derecesi olan yalnızca Allah’a ibadet edip, şirkten ve İslam’ı bozan unsurlardan sakınırsa yani mücmel imanı yerine getirirse o mümindir. Onun imanını sahih saymak için Peygamber (sav)in yapmadığı şekilde şartlar koşmak caiz değildir.
Çünkü Peygamber (sav) bizden daha fazla dine düşkün, bizden daha fazla takvalı olandır ve şüphelerden de en fazla sakınandır. Allah’ın kitabında olmayan her şart batıldır.
Bu mücmel iman sahibi insanların imanı; fetvalarıyla küfür kanunları çıkarmaya cevaz veren, tagutun askerleri gibi taguta yardım eden, tagutun dostlarına ve kanunlarına sevgi gösteren ve kendilerini ilme ve davete nispet eden birçok hocanın imanından daha hayırlıdır. Bütün bu işledikleri fiilleri davet, maslahat, istihzan ve bozuk siyaset adına yaparlar. Şüphesiz ki bu fetvalarıyla taguta destek çıkan insanlar ilim ve davet iddialarını bırakıp yaşlıların dinine sarılmış olsalardı yani, açıkça batıl işlemekten mücmel imana sarılmış olsalardı, bu onlar için daha hayırlı olurdu ve Allah katında daha mazeretli olurlardı.
Bütün bu anlattıklarımız tevhidi ve onun şartlarını-bozanlarını ve lazımlarını bilmenin önemini azalttığımız anlamına gelmez.
Nitekim Allah azze ve celle şöyle buyuruyor: “Bil ki Allah’tan başka İlah yoktur”.(Muhammed 19) ve aynı şekilde Peygamber (sav) şöyle buyuruyor: ''Kim Allah’tan başka ilah olmadığını bilir ve bu hal üzere ölürse cennete girer'' (Muslim).
Dolayısıyla bir kişiye İslam hükmü vermek için tevhidi bozanlarıyla-şartlarıyla ayrıntılı bir şekilde bilmeyi şart olarak koşmamamız; bunlardan yüz çevirmenin, boş vermenin ve önemsememenin caiz olduğu anlamına gelmez.
Özellikle yaşlı insanlar ve avam halktan olan bazı insanlar ömürlerini dünya işlerinin öğreniminde geçirmiş, dolayısıyla tevhidi ve İslam’ın önemli konularını öğrenmekte kusurda bulunmuş iseler; hiç şüphesiz ki bu ihmal ve kusurlarından dolayı sorumludurlar. Ancak sorumlu ve günahkâr saymak bir şeydir ve bu kusurlarından dolayı onları tekfir etmek bambaşka bir şeydir. Bu gibi hallerde tekfir söz konusu değildir.
Ancak kişi, İslam’ı açık bozan unsurlardan bir şey işlerse veya onun cehaleti, kelime-i tevhidin manasını bilmeden kuru ve boş bir şekilde telaffuz edip, “yalnızca Allah’a ibadet etmek ve şirkten sakınmayı” içeren muhtevasını uygulamamaya düşürecek olursa tekfiri söz konusudur.
Ancak bilinmelidir ki, dünyada sahibini koruyan hükmi İslam, yani yalnızca Allah’a ibadet edip İslam’ı bozan unsurları işlemeyen kimseye verilen hükmi İslam; Ahirette sahibini koruyacak olan hakiki İslam’dan farklıdır.
Hakiki İslam ise; Ancak Allah’ın bileceği zahir olmayan İslam’dır. Dolayısıyla bizim vereceğimiz hüküm ancak zahire bağlıdır. Kalpte olanları biz bilmeyiz. Kalpte olanları ancak Allah bilir. (el-işraka s.3-4-5)

Aynı şekilde bu konuda Şeyh Abdulkadir Müslüman ülkelerde yaşayan Müslüman halkı toptan tekfir eden bidatçi haricilere cevap vererek şöyle dedi:
''Onların şüphelerinden biri şudur:

''Bugün hal değişmiştir ve insanlar bugün kelime-i şahadetin manasını bilmeden söylüyorlar. Bundan dolayı onlara iman hükmü vermek için sadece kelime-i şahadeti söylemeleri yeterli değildir. Şahadeti içeren nefy ve ispatın (tagutu inkar ve Allah’a iman) manasını bilip bilmediklerini öğrenmek için araştırmak lazım.

Bu şartın şer’i bir delili yoktur. Bilakis Rasulullah (sav) ve sahabelerinin ameline terstir, muhaliftir. Çünkü onlar İslam hükmü verme konusunda kelime-i şahadeti ikrar eden kişinin bunu nasıl anladığını araştırmadan İslam hükmünü vermekten geri durmamışlardır (Bilakis ikrardan sonra durmadan ve araştırmadan İslam hükmü vermişlerdir).
Allah rasulu (sav) şöyle buyurdu:
''Allah’ın kitabında olmayan her şart batıldır'' (Buhari) ve yine şöyle buyurmuştur:
''Kim bizim amelimiz üzerinde olmayan bir amel yaparsa o amel reddedilir''(Muslim)

Yine bu şartı koşanlara zatu envat hadisi problemli gelecektir. Çünkü Rasulullah (sav) den zatu envat edinmeyi isteyenler onun kelime-i şahadete ters düştüğünü bilmiyorlardı.
Bu konuda doğru olan görüş şudur ki: Muslim de geçen Osman (ra) ın hadisindeki gibi ''kelime-i şahadeti söylemek ilim demektir.'' Ancak ihlâs, yakin vs. benzerleri La ilahe illallahın sıhhatinin şartlarını bilmek ahirette sahibine yarayacak olan hakiki islamın sıhhatinin şartlarındandır. Bu şartlar ise akide kitaplarında zikredilmektedir....
Ancak dünya hükümlerinde hükmi İslam kelime-i şahadeti nutuk etmekle sabit olur. Bundan sonra kim dini konusunda kusurda bulunursa şartlarıyla birlikte kendi kusuruna uygun küfür veya fasıklık hükmü verilir... Dolayısıyla hükmi İslam, İslam’ın herhangi bir alametini göstermekle sabit olur. Lakin gerçek olarak kelime-i şahadetin sıhhatinin kalan şartlarını yerine getirirse sahibine ahirette yarar. Eğer sıhhatinin kalan şartlarını yerine getirmemişse sahibine ahirette yaramaz.
Biz ise bu kişinin söz konusu şartları yerine getirip getirmediğini araştırmak zorunda değiliz. Ancak İslam hükmü verilir. Daha sonra kusurundan dolayı muhasebe edilir.
Kanı ve malı korumak, evlilik, mirasın sıhhati ve bütün dünya hükümlerinin ona bağlı olduğu zahiri hükmi İslam ile Allah katında sevap, ceza ve bütün ahiret hükümleri ona bağlanan hakiki İslam arasında ayırım yapmamaktan dolayı çoğu insan hataya düşer.

İbn Teymiyye (rh) şöyle der: İman ve küfür meselelerinde konuşanların çoğu -bidatçilerin tekfir edilmesi için- bu konuyu fark etmemişlerdir. Zahir ile batın hükmü arasında ayrım yapmamışlardır. Hâlbuki bu fark mütevatir nasslarla ve malum icma ile sabittir. Hatta İslam dininde zaruretle bilinen konulardandır. (Mecmu'ul feteva c.7 s.472 )
(el- camii s.556)

Şeyh Eymen Zevahiri Mısırdaki cihad cemaatinin emiri iken yazmış olduğu ''Cihadu't Tavagit'' adlı eserinden alıntıdır:
Müslüman toplumlarında Müslüman-Fasık-Kafir karışmaktadır. Hatta Müslümanların bile amelleri karışmış ve fikirleri kirliliğe uğramıştır.Bu halk hakkında verilecek hüküm Ehli Sünnetin muteber şeri hükümlerine dönmekle bilinir.Onlar ki:
-Kelime-i şahadet, namaz, zekat, gibi İslam alametlerini gösteren kimseler Müslüman’dır. Ta ki İslam’ı bozan bir eylemi gösterene kadar.

-Küfür eylemini gösterenlerin ise haline bakarız.Onun hakkında cehalet ikrah veya kasıtsızlık gibi şeri bir mazeret bulunmuyorsa hükmü küfürdür.Şeriatın gözünde mazur olanları Allah’ın şeriatına dayanarak mazur görüyoruz.

-Biz halinin bilinmesine ihtiyaç duyulanların dışında toplumun fertlerinin halini araştırmayız (Takip etmeyiz). Ancak tagutun yardımcıları ve askerleri delalete ve sapıklığa davet eden belamlar davetin önünde engel olan kimseler bunlardan müstesnadır.

-Nikah miras gibi gerekli durumlar dışında avam halkın ve insanların çoğunun hükümlerini araştırmayız. Çünkü bu insanların ilacı İslam’i hükümeti kurmaktır. Allah onu (İslam devletini) halkı ateşten koruyan bir kalkan ve kendi rızasına ulaştıran bir yol kılmıştır.Ancak islami bir devlet olmadığı zaman durumlar karışır. -Şeyhul İslam İbn Teymiyye (rh) Mardinin hakkında verdiği fetvada bunu özetleyerek şöyle dedi:
''Müslüman’a hak ettiği hüküm ile ve kaafire hak ettiği hüküm ile davranılır.''



Şeyh Ebu Katade şöyle der: İslam küfür arasında bulunan toplum.Yani daha önceleri İslam barış ve huzur memleketleri iken bugün riddet ve küfür memleketi haline gelen beldeler.Bu ülkelerde yaşayan insanları şu kısımlara ayırmaktayız:
-Müslümanlar.....
-Asli kafir ve murtedler.....
-Müslümanlardan durumları gizli olanlar (zahiren Müslüman olduğu halde batınen Müslüman oldukları bilinmeyenler): Bunlar yaptıkları bir takım ibadet ve amellerle zahiren Müslüman oldukları bilinip murtedlerin koydukları kanunları inkar edip etmedikleri bilinmeyen kimselerdir. Bunlar İslam’ı sahih olan Müslümanlar olup, haklarında tereddüt etmenin bir anlamı yoktur. Çünkü Müslüman’ın sadece kalbiyle kötülüğe karşı çıkması da bu kötülüğü reddetmenin derecelerinden biridir.
Rasulullah (sav) şöyle buyurmaktadır:
''Sizden her kimse bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin. Eğer buna gücü yetmezse onu diliyle değiştirsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğz etsin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir.(Muslim)

Bu hadise göre kişi diliyle açık küfre karşı olduğunu ilan etmese bile, kalbinde böyle bir inkar taşıma ve küfre razı olmama ihtimali bulunduğundan ayrıca beraat-i asliye ve istishab-ı hal (kişinin suçsuzluğunun asıl olması) söz konusu olduğundan dolayı bu kişinin Müslüman olduğuna hükmedilmesi vaciptir. Ehli sünnet ile tevakkuf ve tebeyyün cemaatleri arasındaki fark budur. Tevakkuf ve tebeyyun cemaatleri; batınen Müslüman olduğu bilinmeyen kimsenin durumu ortaya çıkıncaya (tebeyyün) kadar hakkında herhangi bir hüküm vermekten kaçınırlar(tevakkuf). Dolayısıyla kabir ibadeti murtetleri dost edinme veya buna benzer tevhidi bozup kişiyi şirke sokan herhangi bir fiil ile meşhur olmadıkları sürece cami imamları ve cemaatler hakkında tevakkuf edilmez. (el-Cihad vel-İctihad s.126-127)

Şeyh Ebu Katade başka bir yerde şöyle der:
Sağlam fıtrat sahibi avamı Allah yolunda cihadın temel maddesi olarak kabul etmek önemli ve zaruri bir noktadır. Allah’ın lütfüyle bu selefi cihad cemaati ile tekfir cemaatleri arasındaki farklardan da birisidir. Çünkü bize göre ümmetimizde bize göre asl olan İslam’dır. Şartları yerinde manileri olmayan sarih bir küfür belirtisi görmedikçe kişi için al olan İslam’dır. Ancak taşkınlığı tekfiri tevakkuf ve tebeyyünü savunan cemaatler bu sunni yol üzere değillerdir. Onlara göre ümmetimizde asl olan küfürdür veya durumları iyice netleşinceye kadar sübut edilmesi gerekir. Bu nedenle bunlar avamı İslam’a davet edilmesi gerekenler olarak kabul etmektedirler. Selefiyye cihad cemaatleri (yani bugün cihad eden mucahidler) ise avamı Müslüman olarak kabul etmekte ve onları Allah yolunda cihad için yardımcı ve eğitilmesi gereken kimseler olarak görmektedirler.
(El cihad Vel ictihad s.288-289)

Şeyh Ebu Basir şöyle der: İslam toplumlarında insanlarda asl olan İslam’dır ve bunu hilafına (şartları yerinde manileri olmayan sarih bir küfür belirtisi) bir şey izhar etmedikleri sürece Müslüman olduklarını söylüyoruz.

Şeyh Makdisi şöyle der: Kafirlere olan düşmanlığın izhar edilmesi en mükemmel tavır ve Taifetul Mansura ‘nın biri olsa da, bütün herkes ve özellikle de mustazaflar için zaruri değildir. Sadece düşmanlığın kalpte olması için yeterlidir. Küfür olan tevelli veya buna benzer İslam ı bozan sebeplerden birini işlemediği sürece sadece takiyye sebebiyle insanları tekfir etmek caiz değildir. Çünkü takiyye küfür olan muvalat türünden değildir.
Dolayısıyla günümüz vakıası olan zayıflık halinin gölgesinde, genel olarak bütün Müslümanlar için tagutlar ve onların destekçileri konumundakilere olan düşmanlığın izhar edilmesini şart koşmak ve aşırıya kaçan bazı patavatsızların yaptıkları gibi bunu izhar etmeyen kişinin muvahhit ve hatta Müslüman olmadığını söylemek caiz değildir. Rasulullah (sav) döneminde, Mekke de imanını gizleyen nice mu'minler bulunuyordu. Hatta Rasulullah (sav) bazılarına bunu emretmişti.
Ebu Zer (ra) ın Müslüman oluşu ile ilgili olarak Buhari de aktarılan kıssada, Rasulullah (sav) in ona şöyle dediği rivayet edilir:
Ey Ebu Zer bu işi gizli tut ve memleketine dön. Ortaya çıktığımızı duyduğun zaman çık gel.’(Buhari 3522)

Bu alimlerin ve benzerlerinin söylediklerini, Allahu Teala nın düşmanlarına buğzu ve düşmanlığını izhar etmenin, onlardan ve şirklerinden ilgiyi kesmenin önemini vurgulamak maksadıyla 14 sene önce ‘Milleti İbrahim’ isimli kitabımda aktarmış ve dipnotta şunları yazmıştım: ‘Burada kast edilen düşmanlığın aslı ise ifade geneldir ve bu hali ile ele alınır. Ancak kast edilen, genel manadaki düşmanlık, bunun ayrıntıları ve açığa vurulması ise kişinin İslam’ın aslının yokluğuna değil, istikamet üzere olmadığını belirttiği söylenir.

Şeyh Abdullatif in ‘misbahu’z –Zalam’ isimli kitabında bu konunun ayrıntılı açıklamaları bulunmaktadır. İsteyen oraya müracaat edebilir. Bu açıklamaların birinde şöyle der: ‘İmamın (Muhammed bin Abdulvahhab) sözlerinden kafirlere olan düşmanlığını izhar etmeyen kişilerin tekfir edildiğini anlamak, yanlış ve geçersiz olur…’
Günümüz davetçilerinin çoğunun niteliklerini unuttuğu bu temelin önemini açıklamak maksadıyla onların bu meseleyle ilgili olan sözlerini burada aktardık. Aslında söz açıktır. Ancak bulanık suda avlanmaya çalışan bazı kişilerin, bizi haricilikle suçlamalarına engel olabilmek için ilave açıklamada bulunmayı istedim..’
Lutfu keremi ve hidayetinden dolayı Allahu Teala ya hamd ediyorum. Bugün zincirler içinde ve hapishanelerde yaptıklarımız, daha önce dışarıda ve rahat ortamda yazdıklarımızın aynısıdır. Akidesini tepkisel olarak veya hapishanedeki baskı ortamına göre belirleyenlerden değiliz. Allah’ım Ey İslam’ın ve Müslümanların velisi! Seninle karşılaşıncaya kadar bize İslam üzerinde sebat ver! (30 Risale s.245-248)

Şeyh Makdisi devamla şöyle der: -Yöneticilerin Küfrüne Karşı sesiz kalmak Onların Küfrüne Razı Olmayı İfade eder. Gerekçesiyle Tekfir etmek ve Mustazaf olma durumunu göz önünde bulundurmamak tekfir konusunda yapılan çirkin hatalardan biri de; mustazaf olma durumunu göz önünde bulundurmadan, kafir yöneticilere karşı sessiz kalma bulundukları makamdan uzaklaştırılmaları için gereken gayreti göstermeme ve bu yöneticilere karşı cihad amelini yerine getirmeme halinin, bu kafir yöneticilerden razı olmayı gerektirdiği gerekçesiyle insanları tekfir etmektir. Ehli sünnet hakka uyar ve yaratılana da merhamet eder. Alimlerimiz akait kitaplarında Ehli Sünneti zayıfa merhamet etmeyen, hata kabul etmeyen, kimseyi mazur saymayan ve Müslümanlara karşı katı davranan bidat ehlinden ayırmak için böyle tanımlarlar.?
Boş hamaset sahibi aşırılardan öyle kişiler bulunmaktadır ki; Müslüman halka acımamakta ve kafir yöneticilerin musallat olması sonucu bugün her yerde genel musibet halini alan mustazaflığı hiç mi hiç göz önünde bulundurmamaktadırlar.
Bunlar Müslümanların güçlerinin yetmediği ile mükellef tutmaktadırlar. Bugün Müslümanların yaşadığı memleketlerde egemen konumunda olan kafir yönetimleri değiştirmek için cihad amelini yerine getirmeleri gerektiğini, aksi halde bu yönetimlere sessiz kalmaları ve bunları değiştirme gayreti içinde bulunmamaları gerekçesine binaen tekfir edileceklerini iddia ederler.
Haricilerden olan Ezrakilerin sözlerinden biri de şudur: ‘Tagut yöneticilere karşı savaşmayanlar, müşriktir.’
Bu görüşlerine delil olarak ise Allah Tealanın şu ayetlerini aktarırlar:
Allah a ve Rasulü ne yalan söyleyenler de oturup kaldılar.’(Tevbe 90)
‘‘Üzerlerine savaş yazılınca içlerinden bir grup insanlardan Allah'tan korkar gibi yahut daha fazla bir korku ile korkmaya başladılar da: ‘Rabbimiz savaşı bize neden yazdın. Bizi, yakın bir süreye kadar ertelesen olmaz mıydı?’ dediler’’(Nisa 77)

Şüphe yok ki iman zayıflığı ve hareketsizlik pek çok Müslüman da yayılmış bulunmaktadır. Tagutların ve kafirlerin onların başlarına musallat olmasının birinci sebebi budur. Ancak tekfirin tespit edilebilen ve açık olan sebepleri vardır. (30 Risale s.249-253)

NOT-1: Okulların içindeki küfür akide konusunda çocuğunu gönderen kişi için cehalet söz konusu olabilir. Bu konuyu cehalet bölümünde göreceğiz Biiznillah.

NOT-2: Çocuğu okula göndermenin küfür olmaması, onun helal olması anlamına gelmez. Bilakis söz konusu tagutun okulları bu zamanın en büyük fitnelerindendir. Söz konusu okullardaki akidevi, ahlaki ve terbiyevi bozukluklar sayılamayacak kadar çoktur. Çocuğu böyle bir okula göndermek onu ateşe atmak gibidir. Bu şüphesiz büyük bir haramdır.(Tahrim 6).Bu konuyu ayrıntılı bir şekilde öğrenmek isteyenlerin Şeyh Makdisi nin ''Fesat Medreseleri'' adlı güzel eserine bakmalarını tavsiye ediyoruz.

NOT-3: Bazı insanlar; ‘çocukları tagutun okullarına göndermek; küfür değildir desek, insanlar hemen cesaretlenip çocuklarını hemen okula gönderir’ diyorlar. İnsanların çocuklarını okula göndermemeleri için bunu sıkı tutarak, göndermenin küfür olduğunu söylüyorlar.

Deriz ki; Allah Tealanın dinine yapılan her muhalefeti sınıflandırarak bunlara uygun isim (mekruh küçük/büyük günah küfür gibi..) ve ceza vermiştir. Dinimizde bir eksiklik yoktur. Din tamamlanmıştır. (Maide 3)
Yukarıda aktarılan söz yanlış bir sözdür. Onu söyleyen şeriatta sanki bir eksiklik varmış gibi bunu tamamlamaya çalışıyorlar. bu küfre götüren tehlikeli bir fikirdir.

Mesela ‘zina küfür değildir’ desek bazı cahil insanlar zina edebilir. Onlara ‘zina küfürdür’ desek belki zina etmezler… ‘Zina küfürdür’ dediğimiz için bazı cahil insanlar zinadan vazgeçerse; bu sözün doğru olduğu anlamına gelmez. Dolayısıyla biz Allah’ın koymuş olduğu sınırları aşmayız… Dinimizi sahih nasslarla anlatırız. Zaten Allah Teala isteseydi Cehennemi yaratmadan insanların bir günah dahi işlemesini takdir etmezdi. Lakin çeşitli hikmetlerin gerçekleşmesi için bunu takdir etti. Dolayısıyla, Allah ın dininin bir vasiye ihtiyacı yoktur.

Şeyh Makdisi şöyle der: Allah Teala kitabında, şeriata olan muhalefet niteliğindeki işlerin tamamının aynı seviyede olmadığını, bunlardan bazılarının küfür, bazılarının fısk ve bazılarının da isyan türünden olduğunu bilmemektedir.
Allah Teala şöyle buyurur: ‘küfrü fıskı ve isyanı da size çirkin göstermiştir.’(Hucurat 7)
Rasulullah (sav) bazı günahların küçük günah türünden, bazılarının büyük günah türünden ve bazılarının da kişiyi dinden çıkaran günah türünden olduğunu açıklamıştır.

… Küfrün dereceleri bulunmaktadır ve bazıları bazılarından derece olarak daha kötüdür. Dolayısıyla işlenmesi mekruh olan veya terk edilmesi müstehap olan yada mubah olan bir sebebe binaen insanları tekfir etmek bir yana, bazı aşırıya kaçanların yaptıkları gibi haram hükmünde olan sebeplere binaen bile insanları tekfir etmek helal değildir. Küfür olan tevelli ile, haram olan müdahaneyi birbirine karıştırmak da bu kabildendir. Şeriatın kendisinin belirlediği yasaklar dışında başka yasaklara ihtiyacı yoktur. (30 Risale s.244)

NOT-4: Şeyh Makdisi okulların fesatlarını ayrıntılı bir şekilde anlatan yaklaşık 300 sayfalık bir kitap yazmıştır. İslam dünyasından çeşitli okulları önek göstermiştir. Şeyh Makdisinin tekfir konusunda taviz vermediği herkes tarafından bilinmektedir. Buna rağmen ne bahsedilen eserde ne başka eserlerinde nede diğer alimler çocuğun okula gönderilmesinin küfür olduğunu söylememiştir. Hatta getirdiği bazı örneklerde sanki Türkiye okullarından bahsediyormuş gibi görülebilir. Hatta bazı okulların Türkiye okullarından daha kötü olduğu görülüyor. Buna rağmen Şeyh Makdisi çocuğunu o okula gönderenleri tekfir etmemiş onların eleştirirken bile haklarında sık sık Müslüman ifadesi kullanmıştır.

Mesela şöyle der: Küfrü tuğyanı ve fesadı aşikar olan devletlerin okullarına Müslümanların çocuklarını göndermeleri gerçekten üzüntü ve esef verici bir durumdur. Müslümanların bu okullardan alınacak kahrolası diplomaları, çocuklarının dünya ve ahirette mutlu olmasından daha fazla önemsediğinin göstergesidir. Bundan daha vahim olanı ise bazı Müslümanların, oğullarını hatta kızlarını dahi komünist Hindu Hıristiyan yada laik hükümetlerin gözetiminde olan Hıristiyanların ve diğer din düşmanlarının okuduğu okullara göndermeleridir. Tıpkı İslam a ve Müslümanlara düşmanlığını açıklayan Rusya Amerika Avrupa devletleri yada komünist ülkelerde yaşayan Müslümanlar gibi, mesela; Endonezya da laik bir hükümet olmasına ve İslama düşmanlığını açıkça ilan etmesine rağmen orada yaşayan Müslümanlar! , kızlarını Hıristiyan erkek hocaların ders verdiği okullara gönderiyorlar. Sadece küçükken değil eğitimin bütün aşamalarında… Ayrıca bütün okullarda Cakarta bölgesindeki ‘uyuşturucu masası’ müdürünün de itiraf ettiği gibi öğrencilere her türlü uyuşturucu musallat oluyor, Müslüman kız öğrencilerin tesettürlü giyinmesi yasaklıyorlar. Erkek spor öğretmenlerinin önünde şort giymeyi mecbur kılıyorlar. İslam'a uygun giyinmekte ısrar eden herkesin okuldan kaydını siliyorlar. Diyanet işleri bakanı kadınlar için İslam a uygun bir şekilde giyinmenin vacip olmadığı yönünde fetva veriyor. Verdiği fetva, kız öğrencilerine okul üniformasını giymeye teşvik etmek için İslam’i eğitime muhalif din dersi kitaplarında yer alıyor? Bunlar gibi nice açık veya gizli kötülükler
Aslında bu kötülüklerin bir tanesi bile Müslümanların bu okullara gitmesinin haram olması için yeterlidir. Tüm bunlara rağmen Müslümanlar çocuklarını sanki farzı Ayn’mış gibi bu okullara göndermekte ısrar ediyor. Bu söylediklerimiz pek çok kimsenin umurunda bile değil. Bu kimseler kızlarını bu gibi okullara göndermeye mani olmuyorlar. LA HAVLE VA LA KUVVETE İLLA BİLLAH ( Fesat Medreseleri s.90-91)

Yine Şeyh Makdisi; okullarda Taguta , Bayrağa saygı törenlerinden bahsederken şöyle diyor:
Mesele bu paçavranın sadece okulların bahçesi ve defter kitaplarda bulunması değildir. Bununda ötesinde her sabah öğrencilerin bu putun önünde huşu içinde sessiz ve sakin bir şekilde saygı duruşunda bulunması için belli törenler ve ayinler düzenlemeye kadar varır. Bu kişinin üşendiği yada meşgul olduğu zamanlarda terk etmesinde sorun olmayan kuşluk namazı misali tatavvu yada nafile gibi bir şey değildir. Aksine okula gelen bütün öğrenciler için Farzı Ayn gibidir. Bu törenin yapılmadığı sabah yoktur.öğrenciler bunu eda etmeden derse giremezler. Herhangi bir öğrencinin üzerinden bu sorumluluk ancak ayakta duramayacak kadar hasta olması yada aşırı yağmur nedeniyle bayrağın etrafında toplanmanın mümkün olmadığı zamanlarda düşer.
Öğrenciler sorumlu gözetmenler ve öğretmenlerin çoğu tarafından bu duruş sırasında sessiz olmaları, milli marş ve krala selam bitinceye kadar hareket etmemeleri konusunda uyarılır. Çoğu zaman en ufak bir hareket eden bile cezalandırılır. Hatta bazı öğrenciler bu ayin sırasında başlarını yada başka bir yerlerini kaşımaktan dolayı dövülürler.
Bunları aktarmamızın sebebi tüm bu saygı ve hürmetle kastedilenin ; Allah’ın indirdiğinden başka kanunlarla hükmeden , Allah’ın sınırlarını aşan murted hükümetlere karşı saygı ve hürmet olmasıdır. Bayrak sadece hakim sistemin sembolüdür. Bilindiği gibi bütün muvahhidlerden istenen; ister put ister kanun ister taş ister anayasa ister hükümet ister güneş yada ay olsun bütün tagutları inkar etmesidir. Bu ibadet ister ruku ederek saygı göstererek itaat ederek vs. olsun fark etmez. Bir muvahhidin çocuklarına bunu öğretmesi bu şekilde yetiştirmesi gerekir.
Çünkü bu LA İLAHE İLLALLAH ın gereklerindendir. Muvahhid bir Müslüman’ın vazifesi ise öncelikle bu fesat medreselerine çocuğunu göndererek onu bozguna uğratmak yerine çocuklarına bu tagutlardan beri olması gerektiğini öğretmesidir. Batıl olup kendisine saygı gösterilen her şeyde, bu temel ,ilkenin göz önüne alınması gerekir. Allah’a saygı gösterircesine saygı gösterilen, Allah’ı severcesine sevilen bu bez parçasına saygı göstermemesini emretmelidir. Ancak ne yazık ki günümüzde koyun sürüleri mesabesinde olan insanların bir çoğu bu bez parçasına Allah’a gösterilmesi gereken saygıdan daha fazlasını göstermektedir. (Fesat Medreseleri 94-95)



Tekfirde Sukut ve Tevakkuf Etme Meselesi:


Bu zamanda gündeme gelen, araştırmacıları ve ilim talebesini meşgul eden meselelerden birisi tevakkuf (tekfirde, İslam veya küfür hükmü vermede durma) meselesidir.
Tevakkuf ehli şöyle diyor: ‘ İnsanların durumu belli oluncaya kadar onlara ne küfür nede İslam hükmü vermeyiz. Yani insanlara hüküm vermede sukut ederiz.
Onların bir kısmı sukut etmekle birlikte insanların hallerini araştırıp, onları belli bir akide üzerinde sınava tabii tutmayı şart koşmuşlardır. Bu insanlar onlara doğru cevap verirlerse onlara İslam hükmü verirler. Cevap vermedikleri veya kendilerine göre iyi cevap vermedikleri takdirde onlara küfür hükmü verirler.
Bunları hepsi haddi aşmak ve aşırılıktandır. Aynı zamanda şeriatın naslarına ve kurallarına muhalefet etmektir. Onlara reddiyemizi şu noktalarda özetleyebiliriz:

1) Tevakkuf ve sukut etmekle ve beynel menzileteyn (araştırana kadar ne küfür ne İslam hükmü vermemek) nehy edildiğimiz aşırılıktandır. Selefi salihin üzerinde olduğu akideye muhalefet olan bidat bir sözdür. Çünkü insanlar ya kafirdir yada Müslüman dır. Bu ikisinin arasında sukut eden kişinin söylediği gibi, ne kafir nede Müslüman diye bir mertebe yoktur.
Allah Teala şöyle buyurur: ‘O, Allah ki; sizi yarattı kiminiz kafir kiminiz mümin oluyor. Allah yaptıklarınızı en iyi görendir. (Tegabun 2)

2) Sukut etmek ve beynel menzileteynle amel etmek (Ehli Sünnetten çok) sapık mutezilelerin sözüne daha yakındır. Onlar beynel menzileteyn hükmünü büyük günah işleyenlere vererek şöyle dediler: ‘O ne kafir ne de Müslüman dır. Bu iki mertebenin arasındadır. Bu söz insanların ya kafir yada Müslüman olduklarını açıklayan yukarıda ki ayete muhaliftir.

3) Tevakkuf ehline şöyle denir: ‘Ne küfür nede İslam hükmü vermediğiniz bu kişiye araştırmadan önceki sürede nasıl davranırsınız? Bu süre belki bir yıl belki yıllar belki de ömür boyu sürebilir.
‘Müslüman olarak ona davranırız’ derseler, ‘Müslüman olduğuna inanmadığınız halde ona nasıl Müslüman muamelesi yaparsınız.’ deriz.
‘Onu görmezden geliriz; ne kafir nede Müslüman muamelesi yapmayız.’ derlerse onlara şöyle deriz: ‘Bu ne aklen nede şeran mümkün değildir. Çünkü insanların birbirine ihtiyaçları vardır. Dolayısıyla kendi aralarında muamelede bulunmak kaçınılmaz bir şeydir. Bu da birbirini tanımayı gerektirir.
Yine aynı şekilde onlara şöyle deriz: ‘Başkalarının din ve akidesini bilmediğiniz halde vela-bera akidesini nasıl dirilteceksin ki!?
Siz bu insanların ne berayı gerektirecek akideyi taşıdıklarına nede velayı gerektirecek akideyi taşıdıklarına inanmıyorsunuz!!!

4) Tevakkuf ve araştırma akidesiyle amel etmek mümkün değildir. Beşeri güç ona yetmez. Bir insan birbirlerinden uzak ve farklı ülkelerde yaşayan 1,5 milyar Müslüman ın akidesini nasıl araştırabilir ki? Bu mümkün değildir. Dolayısıyla İslam, kulları mümkün olmayan ve güç yetirilemeyen şeylerle mükellef kılmaz.
Allah Teala ‘Allah kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemez’(Bakara 286)
Gücünüz yettiği kadarıyla Allah’tan korkun, dinleyin, itaat edin’(Tegabun 16)
Biz kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemeyiz.’(Araf 42)

5) Kafiri Müslüman dan ayırt eden her birinin durumunu tespit eden metot nedir.? denilirse; derim ki:
Metot insanların yaşadıkları toplumlardır. Onlara verilecek hükümler yaşadıkları toplumlara bağlıdır. Yaşadıkları toplumlar Müslüman ya da halkın çoğunluğu Müslüman olan bir yerse; orada yaşayan insanlar Müslüman olmadıklarına karineler ve alametleri izhar etmedikleri sürece onlara İslam hükmü verilir, Müslüman muamelesi yapılır.
(Ebu Basirin kitabının altına düştüğü dip nottur:
Genel Müslüman toplum içerisinde, çoğunluğu kafir olan küçük bir topluluk bulunabilir, köy kasaba gibi. Bu köyde yaşayan
halkın çoğu Yahudiler Hıristiyanlar.. vb olabilir. O zaman bu küçük toplum, büyük Müslüman topluluğun vasfını- hükmünü almaz. Bilakis fertlere muamele etme, kimliklerinin tespiti gibi konularda bu toplum kafir toplumun hükmünü-vasfını alır.
Buna mukabil kafir toplumda, sakinlerin tümü ve çoğunluğu Müslüman olan bir köy-belde bulunduğunda, onların fertlerine muamele etme, kimliklerini tespit etme gibi konularda bu köy-beldenin halkı kafir toplumdan ayrı bir hüküm alır.)

Aynı şekilde toplum Müslüman olmadığı, halkın genelinin şirk-küfür üzere olduğu durumlarda, orada yaşayan insanlar Müslüman olduklarına dair karine-alametler izhar etmedikleri sürece onlara kafir muamelesi yapılır ve kafirlerin hükmünü alırlar. İşte kafirleri, Müslümanlardan ayıran ölçü ve metot budur.
Sahih hadiste Peygamber (sav)
Hangi İslam (davranış) en hayırlıdır.?
Yemek yedirmen tanıdığına tanımadığına selam vermendir. (Muttefekun Aleyh)

Yani Peygamber(sav) kendi toplumlarında yaşayan insanların Müslüman olmadıklarına dair bir belirti göstermedikleri takdirde onlara selam verilmesini emrediyor. Nitekim bir kimseye selam vermen, onu tanımama rağmen kendisine İslam hükmünü verdiğin anlamına gelir. Çünkü selam ancak bir Müslüman a verilir. Peygamber(sav) selam vermek için (tevakkuf ehlinin dediği gibi) tanımayı şart koşmayı kıyamet alametlerinden saydı.

Sahih hadiste peygamber (sav) ‘ Selamı yalnızca tanıdığına vermek, kıyamet alametlerindendir.’

Başka bir rivayette ‘kişi ancak tanıdığı kişiye selam veriyor.’ Yani onu tanıdığı için selam verdi. Lakin onu tanımıyorsa selam vermez. Hadisten anlaşılıyor ki; bu kötü ahlak kıyamet alametlerindendir.

Hadiste şöyle geçer:
‘Ubey bin Ka’b ın oğlu Tufeyl, Abdullah bin Ömer'e uğrar. Onunla birlikte çarşıya giderler.
Çarşıya gittiğimizde Abdullah bin Ömer in uğradığı her seyyar satıcı her dükkan sahibi her fakir kimseye selam veriyordu.
Bir gün Abdullah bin Ömer'in yanına gittim. O da beni çarşıya götürdü.
Dedim ki: ‘Senin bir şey satmadığın mallar, fiyatları sormadığın, sohbet eden insanlarla oturmadığın halde, çarşıda ne işin var? Otur burada muhabbet edelim.
Abdullah bana dedi ki: ‘Ey göbekli –Tufeyl göbekliydi- biz ancak selam vermek için gidiyoruz. Gördüğümüz kimselere selam veriyoruz….(Edebul mufret Sahihi)

İbn Ömer (ra) tanıdıklarına ve tanımadıklarına selam veriyordu. Bilmeden zımmi kafirlere de selam veriyordu. Sahih hadiste Abdurrahman bin Muhammed bin Zeyd bin Cudan şöyle diyor:
‘İbn Ömer Hıristiyana uğradı. Ona selam verdi; Hıristiyan da selamını aldı.
İbn Ömere adamın Hıristiyan olduğu bildirildiğinde dönüp bana selamımı geri ver dedi.’ (Edebul mufret Sahihi)

Böyle bir şey selefin da başına gelmiş. Sebebi ise insanların yaşadıkları toplumlara göre muamele ettikleri içindir.
Tabi ki tersini ispatlayan karineler ispat edilmediği sürece bu böyledir.

Hadiste şöyle geçer:
‘Ukbe bin Amir el-Cuheni şekli Müslümana benzeyen bir adama rastladı. Adam ona selam verdi. Oda ‘ve aleyke ve rahmetullahi ve berakatuhu’ diye cevap verdi.
Ukbe bin Amirin hizmetçisi ‘o bir Hıristiyan dır’ dedi.
Ukbe kalkıp ona yetişene kadar onu izledi ve şöyle dedi: ‘Allah’ın rahmeti ve bereketi müminleri üzerinedir. Ancak sana ömür versin malını ve çocuklarını çoğaltsın.’ (Edebul mufret Sahihi)

Hulasa insanlara kendi yaşadıkları toplumlara göre hüküm verilir. Eğer toplum Müslüman ise insanlara İslam hükmü verilir; Müslüman muamelesi yapılır. Tabi ki kişi kafir olduğuna dair bir alamet izhar etmediği sürece bu böyledir. Eğer toplum kafir ise onlara küfür hükmü verilir; kafir muamelesi yapılır; tabi ki kişi Müslüman olduğuna dair bir alamet izhar etmediği sürece bu böyledir. Bu sebep ve başka sebepler için şeriat darul küfürden darul İslam’a hicret etmeyi teşvik etmiştir. (Ebu Basir Tekfir Kuralları 197-199 arası)

Yazılı ikrar ve Memurun Andı


Küfür İçerikli Metinleri İmzalamak :

Bazı devletlerde memur olarak göreve alınacak insanlar söz konusu devletlerin küfri kanunlarını tanıyacaklarına dair yazılı taahhüt veya andı imzalamak zorunda kalmaktadırlar. Böyle bir metni imzalamak küfre düşürecek fillerden olma ihtimali vardır. Bunu için başta tekfir olmak üzere hadler konusunda yazılı ikrarın kabul edilip edilmediğini araştırmak gerekir.
Yani kalbi niyet olmadan sırf küfri metne imza atmak küfri bir fiil midir değil midir?
Özellikle bunu yapan insanların çeşitli tevilleri vardır ve hocalarından fetva almışlardır. Aynı zamanda bazı aceleciler, durumun fıkhi ve usuli boyutunu araştırmadan ve selef âlimlerinin sözüne bakmadan onları (imza atanları) toptan tekfir etmişlerdir.
Boşanma, alışveriş gibi konularda fakihler, yazılı ikrarın kabulünde ihtilaf etmişlerdir. Bazıları Hanefi ve Hanbelîler gibi belli şartlarla bunu kabul etmişlerdir. Fakihlerden bunu kabul etmeyenlerde vardır. Böyle konulara yani muamelat (akidler) meselelerine (kitap hitabet gibidir) meşhur kuralı hamledilir. Ancak hadlere gelince durum farklı olur. Çünkü bilindiği gibi hadler akitler gibi değildir. Zira akidlerde kul hakkı da vardır, kul hakkını korumak için ihtiyatlı davranmak gerekir.
Ancak hadlerde sadece Allah’ın hakkı bulunduğu için en ufak şüphe ile def edilir ve müsamaha gösterilir.
Hanefiler yazılı ikrar konusunda boşanma gibi akitlerle, hadler arasında açık ayrım yapmışlardır. Birincide(akitlerde) bunu kabul ederken, ikincide(hadlerde) bunu kesinlikle kabul etmemişlerdir.

Buhari (rh) Hanefileri bu konuda eleştirmiştir. Buhari(rh) sahihinde şöyle demiştir:
''İnsanların bazıları şöyle dedi: (yazmaktan dolayı) had olmaz ve lanetleşme olmaz. Sonra yazılı boşanmanın caiz olduğunu iddia ettiler. Hâlbuki boşanmakla iftira arasında fark yoktur'' (Buhari sahihi Talak Babı Lean bölümü)

İmam Keşmiri (rh) şöyle der: Buhari'nin sözünün hâsılı şudur ki: Ebu Hanife boşanma konusunda yazmayı kabul ediyor. Ancak iftira konusunda kabul etmiyor... Boşanmak yazmakla kabul edilse de (kadının yanında koca) onu inkâr ederse kabul edilmez. Yani o kabul kaza babından değil diyanet babındandır. Buharinin iki konu arasında fark olmadığını iddia etmesini kabul etmiyoruz. Nasıl fark olmaz ki. Zira iftira ve lanetleşme hadlerdendir ve hadler boşanma gibi değildir. Şüphelerle kaldırılır. (Feyzul Bari c.4 s.326)

Derim ki Buhari (rh)'ın sözünden yazmayı, iftira ve lanetleşmede kabul ettiği anlaşılıyor. İkisinde kul hakkı da vardı. Ancak riddet gibi sırf Allah’ın hakkı olan hadlerde yazmayı kabul edip etmediği kesin değildir. Yine Buhari(rh) burada dilsizden bahsetmektedir.

Fakih Merginani şöyle der: Dilsiz bir kimse yazı yazdığı yada açık bilinen bir işaret yaptığı takdirde onun nikâhı, boşanması, satması, satın alması kendi lehine veya aleyhine kısas alınması caizdir. Ancak ne lehine nede aleyhine had uygulanmaz. Çünkü uzak olan kişinin yazması, yakın olan kişinin konuşması gibidir. Peygamber(sav) tebliğ görevini bazen ibaretle bazen de kitabetle eda ettiğini görmedin mi?
Dolayısıyla uzak kişi hakkında caizlik hükmü veren (onun konuşmasına ulaşamadığı için) caizdir. Bu acizlik ise dilsizin hakkında daha açıktır ve daha gereklidir... Hadlere gelince böyle bir şeye ihtiyaç yoktur ve onlar Allah’ın hakkıdır ve şüphelerle kaldırılır...Hadlerle kısas arasındaki fark şudur ki; Had, bir türlü şüphe içeren beyanla sabit olmaz. (Nasbur-Rayeh c.4 s.418)

Bu alıntıdan şu anlaşılıyor kitap, hitabet gibidir kuralının alanı hadler değil akitlerdir. En iyisini bilen Allah'tır.
Ancak meselenin özü şudur, akitlerde olsa da yazılı ikrarı kabul edenler, niyetle birlikte olmasını şart koşmuşlardır. Bu şart fakihlerin cumhurunun görüşüdür.

Şafiilerde meşhur olan görüş şudur: Konuşan kişinin yazısı (boşanmak konusunda) niyetle birlikte olsa da kabul edilmez.
İbn Kudame (rh) şöyle der: Talakı niyet ederek kişi hanımının boş olmasını yazarsa hanımı boş olur. Bu görüş Şabi, Nehai, Zuhri, Hakem, Ebu Hanife, Malik ve Şafii’nin kabul ettiği görüştür. (Şafii’nin kendi sözüdür)
Şafii’nin bazı ashabları ise boşanmanın vuku bulmayacağına dair başka görüş bildirmişlerdir. (niyet etse dahi) Çünkü konuşabildiği halde boşanmayı yazmıştır. Dolayısıyla işaret gibi talak vuku bulmaz... Eğer yazısını güzelleştirmeye, ehlini üzmeye veya kalemini denemeye niyet ederse boşanma vuku bulmaz...
Hiç bir şeye niyet etmediyse burada iki rivayet vardır.
Birincisi..... İkincisi: Boşanmak ancak niyet ile vuku bulur. Bu görüş, Ebu Hanife, Şafii, Malikin sözüdür. Çünkü yazmak ihtimallidir. Yazan kişi kalemi denemek, ehlini üzmek, yazısını güzelleştirmek için niyet etmiş olabilir. Dolayısıyla talakın sair kinayeleri gibi niyet olmadan boşanma vuku bulmaz. ( el- muğni c.10 s.118-119)
Derim ki boşanma konusunda böyle ise hadlerde nasıl olur!!

Prof. Dr. Vehbe Zuhayli şöyle der: Hanefiler ikrarı kabul etmek için şu şartı koşmuşlardır...Bütün hadleri kapsayan şartlar şudur ki:....İkincisi ikrarın nutuk ile olmasıdır. Yani kitabetle veya işaretle değil hitabetle ve ibaretle olmalıdır. Dolayısıyla ikrar için dilsizin yazması ve işareti yeterli değildir. Çünkü Allah Rasulu (sav) haddin sabitliğini mütenahi (en net- açık) beyana bağlamıştır. Bu da ancak açık sözle olur.
Şafiiler ise zina ile ikrar konusunda haddi ispatlamak için dilsizin işareti yeterlidir derler.
( el -fıkhul İslam ve edilletuhu c.7 s.5378)

Yazılı ikrar ile ilgili fakihleri görüşünü aktardık. Bunlardan anlaşılıyor ki:
Aklı başında ve Rabbinden korkan bir insanın, sırf imza atmakla insanları tekfir etmesi düşünülemez.
Aynı şekilde bu görevlere gelen insanların çeşitli tevilleri vardır. Onların çoğu hocalarından fetvalar alıp şöyle derler: bu kağıdın üzerinde olan bir mürekkeptir hiçbir etkisi veya zararı yoktur.
Bazıları şöyle der: Söz konusu and, Allah adına değil namus ve şeref adına yapılan yemindir. Böyle bir yemin batıldır. Onun şer’i bir itibarı yoktur.

Bazıları ise şöyle der: Böyle bir and sahih olsa da hemen onu bozup kefaret vereceğini söyler. Bu yemini bozmak niyeti ile ediyorum derler.
Yukarıda izah ettiğimiz fıkhı görüşlerle birlikte belirttiğimiz şüphelerin bulunması sırf bu andı içmek nedeniyle memuru tekfir etmekten bizleri alıkoymak için yeterlidir.

NOT: Küfür içerikli metinlere imza atmanın küfür olmaması, onun helal olduğu anlamına gelmez. Biz burada imza atma meselesinin iman-küfür yönünü araştırıyoruz. Tagutun bir parçası ve onun destekçisi ve yardımcısı olduğu bahanesiyle sırf memurluk yapmanın küfür olduğunu söyleyenler ise umarız ki önceki bölümlerde cevaplarını almışlardır.
Her memur devletin bir parçasıdır ve devletin küfri sistemini ayakta tutanlardandır. Çünkü memurluk görevini yapan kimse olmazsa devlet işlerini yürütemeyip çökecektir. Diyen kişiler hakkında Şeyh Makdisinin görüşlerini daha önce aktarmıştık. (.........sayfasına bakılsın)

Yine bu konuyu daha iyi bir şekilde izah etmek için Şeyh Makdisinin şu sözlerini aktarıyoruz:

Şeyh Makdisi ye kâfir hükümette memurluk yapmanın hükmü sorulmuş ve şöyle cevap vermiştir:
''Allah Teala başta ibadet olmak üzere büyükte olsa küçükte olsa her şeyimizle taguttan sakınmamızı bize emretmektedir. Bundan dolayı, içinde münker olmasa da tagutun herhangi bir vazifesinde görev almamak gerekir.
Özellikle insanları tağutları inkâr etmeye, ondan beri olmaya ve ondan sakınmaya davet eden muvahhid hakkında en iyi en hayırlı ve en mükemmel hüküm budur.
Şer’i hükme gelince deriz ki; Kâfir hükümetlerin görevinde yer alma meselesinde ayrıntı vardır. Hepsinin küfür olduğunu söylemiyoruz, hepsinin haram olduğunu da söyleyemeyiz.

Bu konuda Buhari (rh) sahihindeki “icare” babında rivayet ettiği şu hadis vardır.
(Bab başlığı: Müslüman bir kişi Darul Harpte bir müşrikin yanında işçi olarak çalışabilir mi?)

Habbab (ra) dan dedi ki: “Ben demirci bir adamdım, el-As bin Vail için çalıştım. Bunu için el-As bin Vailin bana borcu vardı. Alacağımı almak için onun yanına gittim. Dedi ki: “Hayır vallahi Muhammedi inkâr edene kadar sana vermem...''
Bu fiil Mekke'de idi. O zaman Mekke Dar'ul harb idi. Allah el-As bin Vail hakkında ayet indirdi. Nebi(sav) bu olaya vakıf oldu ve bu fiili (Habbab'ın çalışmasını) onayladı.

Hafız ibni Hacer Fethul Bari de şöyle der: ''Musannif (Buhari) caizliğin zarurete bağlı olması (olayın) müşriklerle savaş izni verilmeden önce vuku bulması veya müminin kendisini zillete uğratmama emri gelmeden önce olması gibi ihtimallerin bulunması nedeniyle Buhari caizliği kesin bir ifade ile belirtmemiştir.
Daha sonra ibn Hacer Muhallebten şu sözü nakletmiştir:
İlim ehli (müşriklerin yanında çalışmanın) zaruret olmadığı sürece şu iki şartla mekruh olduğunu söylemişlerdir:

1)Yapılan işin Müslüman hakkında helal olması

2) Çalışacak adamın patronuna Müslümanlara zarar verecek bir işte yardım etmemesi

Fakat sonra ibn Hacer zimmet ehlinin yanında çalışmanın caiz olduğunu nakleder.
( Fethul Bari c.4 s.452 )


Sonuç olarak şöyle denir:
Bir ihtiyaç ve zaruret olmadığı zaman müşriklerin yanında çalışmak mekruhtur. Tabiî ki yapılan iş masiyet olmamalıdır. Biz her memurluğun veya vazifenin sadece haram olduğunu söylemiyoruz.
Bilakis, içinde tagutun batıl kanunlarına ve şeriatına bir tür destek veya yardım olan yada söz konusu batıl şeriata katılım olduğu zaman bunu yapan kâfir olur... İçinde masiyyet olanlar ise haram olur... İçinde ne küfür nede haram olmayanlara ise mekruhluktan başka hüküm vermiyoruz. Mekruhluğun sebebi ise, Tağutların Müslümanlara zulüm yapıp tagutların istediklerini yerine getirmediği takdirde onun hakkını vermeyebilirler. Aynı şey sahabe Habbab(ra)ın başından geçmiştir. Başka sebeplerde vardır. Onlarla (kâfirlerle) uzun zaman içli dışlı olduğundan dolayı bir türlü sevgi ve dostluk oluşabilir, vela-bera Allah için sevme ve buğz etme kişide bozgunluğa uğrayabilir. (el-Mesabihul Munira s.2-3)

Şeyh Makdisi bu meseleyi daha ayrıntılı bir şekilde 'Keşfun Nikab an Şeriatil Gab'(orman kanunları) adlı eserinde ele almıştır.
Bu eserinde vazifelerden teker teker bahsetmiştir. Askerlik, polislik, devlet güvenliği, muhtarlık, kaymakamlık, vergi tahsildarlığı, gümrük, postacılık, elçilik, avukatlık, hâkimlik, savcılık, bakan ve milletvekili dahi çeşitli görevlerin hükmünü anlatmış ve her birisine uygun şer’i vasıf vermiştir. Devamla şöyle demiştir:
''Önceden aktarmış olduğumuz delillerden hükümetlerin görevlerinde yer almak konusunda önemli ayrıntılar vardır. Bunun bilinmesi kaçınılmaz bir fiildir. Bu görevlerden sahibini İslam’dan çıkartmayan masiyet veya büyük günah olanlar vardır. Bazıları ise kişiyi şirke ve küfre sokabilir. İçinde küfrün yasasına saygı göstermek için and olan ve beşeri yasayı korumak için nöbet tutmak olan görev ile vergi tahsilâtçılığı görevi bir değildir.
İçinde yasanın kullarını ve taraftarlarını dost edinmek ve tağutla savaşan muvahhidlere karşı onlara yardım etmek gibi fiiller bulunan ile bekçilik görevi gibi değildir. Yine içinde taguta muhakeme olmak veya hükümlerini dürüstlükle ve adaletle vasıflandırmak yada kanun koymak gibi fiiller bulunan görev ile içinde onu helal kılmadan faiz bulunan görev bir değildir.
Bu görevlerde bulunanlar şirke, günaha ve harama girmektedirler. Herkes kendi durumuna göredir. Şüphesiz ki onlar arasında inatçı, müşrik, sapık, fasık ve tevil sahibi cahiller vardır. Bu insanlardan bazılarında durumların karışık ve gizli olması nedeniyle cehalet sahibi mazur olanlarda vardır. Diğerleri ise durumun açık ve meşhur olması nedeniyle cehaleti mazur görülmez. Bunu için ayrıntılı davranmak kaçınılmaz bir şeydir. İlim talebesi 'bu şirktir veya küfürdür' sözü ile 'falan müşriktir veya kafirdir' sözü arasında olan farkı bilir.
Biz bu konuları ele alırken maksadımız; muayyen kişilerin kafir veya Müslüman olmalarını ayrıntılı bir şekilde araştırmak ve meşgul olmak değildir. Maksadımız Müslümanlara nasihat vermek ve bu aslın şirkinden uyarmaktır....
Sonra hükümet görevlerinde memurluk yapma hakkında şu kuralı söyledi. ''son olarak hükümetlerin bel’amları, yasanın kulları ve hizmetçileri; bütün görevleri ve meslekleri haram kılmakla ve işsizliğe vb. şeylere davet etmekle bizleri itham etmemeleri için İbn Hacerin naklettiği şu şartları aktarıyoruz.

1)Yapılan işin Müslüman hakkında helal olması

2)çalışacak adamın patronuna Müslümanlara zarar verecek bir işte yardım etmemesi
Başkası 3. şartı da ekledi: Görevde Müslüman zillete düşmemelidir.
( Keşfun-Nikab an şeriatil Gab s.105-123)






Askerlik Meselesi

 

Küfür Söz ve Küfür Fiilin İşlenmesine Ruhsat Veren Muteber ikrahın Şartları:



İbn Kudame(rh) şöyle der: 'Kim küfre ikrah edilip küfür sözünü söylerse kafir olmaz.
Bu görüş Malik, Ebu Hanife, ve Şafiin görüşüdür....
Delili ise: 'Kalbi iman ile dopdolu olduğu halde küfre zorlanan kimse dışında (Nahl 106) ve hadisi şerifte şöyle geçmektedir:
'Müşrikler Ammar(ra) istedikleri sözü söyleyene kadar onu dövdüler. Sonra Ammar (ra) ağlayarak Peygamber (sav)e geldi. Peygamber (sav) ona dedi ki 'Aynısını yaptıklarında sende aynı şeyi yap'.
Başka bir hadiste Peygamber(sav) şöyle buyurmuştur: ”Ümmetimin üzerinden 3 şey kaldırılmıştır: Hata yapmak, unutmak, zorlanmak (ibn Mace)

Çünkü ikrara zorlandığı gibi burada haksız bir söz söylemesine zorlanmıştır. Dolayısıyla (küfür) hükmü sabit olmamıştır....Böyle bir kişinin kafir olmadığını söylediğimiz halde ikrah durumu ondan kalkar kalkmaz İslam’ı göstermesi emredilir.
İslam’ını gösterirse İslam hükmü hakkında kalır. Küfrü gösterirse küfür kelimesini ilk söylediği andan itibaren kâfir sayılır. Çünkü onu ilk söylediğinde kalbi küfre açıkken ve kendi isteğiyle söylediğinin kanaatine vardık.
Kişi kâfirlerin elinde esir bağlı ve korku halinde olduğu zaman, bir beyyine ile küfür sözünü söylediğini bilirsek murted olduğuna dair hüküm verilmez. Çünkü ikrah durumu altında olduğu açıktır. Ancak bu kişinin küfür sözünü söylediği an güvende olduğunu söyleyen şahitler olursa murted hükmü verilir. (el-Mugni c.12 s.125-126)

Yine ibn Kudame şöyle der: Kişi ancak dövmek, boğmak, ayağı sıkmak vb. türde işkence gördüğü zaman mükreh olur...Tehditle birlikte dövmek, boğmak ..vb. işkenceler gördüğü zaman problemsiz (hanbelilerde ihtilaflı) olmadan mükreh sayılır.
Delili ise: Ammar(ra)ın hadisinde peygamber (sav) gözyaşlarını silip ona dedi ki: Müşrikler seni alıp, başını suya daldırdılar sana Allah’a şirk koşmayı emrettiler sen bunu yaptın. Bir daha bunu yaparlarsa sende aynısını yap. (Ebu Hafs kendi isnadıyla bunu rivayet etmiştir.

Ömer(ra) şöyle demiştir: Kişiyi aç bıraktığın, dövdüğün veya bağladığın zaman güvenli sayılmaz. (Abdurrezzak-Beyhaki) Bundan anlaşılıyor ki bir fiilin bulunması gerekir. Tehdit tek başına yetmez.
Bir fiil bulunmaksızın tek başına tehdit hakkında ise Ahmed’den iki rivayet vardır: Birincisi ikrah değildir. İkincisi tek başına tehdit ikrahtır. İbn Mansur'un, Ahmed’den rivayet ettiğine göre ikrahın sınırı katledilmekten ve şiddetli dövmekten korkmaktır.
Bu görüş fakihlerin çoğunu görüşüdür. Ebu Hanife ve Şafii’ninde görüşü budur. Çünkü ikrah tehditle olur. Zira kişi mecbur edildiği şeyi yaptığı takdirde önceki işkence def edilmiş olmaz. Böyle bir fiil yapmasına ruhsat veren sonrada yapılacak işkencenin kalkması olasılığıdır. İşkenceyi gören kişi hakkında ikrah durumunun sabit olması başkasının (yani sadece tehdit edilenin) hakkında sabit olmasını da nefy etmez.

Ömer (ra)'dan şöyle rivayet edildi: Bir kişi kendisini ipe bağlayıp bal toplamak için bir vadi üzerinde astı. Hanımı ipin yanında durdu ve dedi ki:
Ya beni üç kere boşarsın yada ipi keserim.
Adam ise ona Allah’ı ve İslam’ı hatırlattı.
Hanımı dedi ki yapmazsan vallahi keserim.
Adam onu üç sefer boşadı. Ömer (ra) ise hanımını ona geri verdi. (Beyhaki Said bin Mansur Müsnedinde rivayet etmiştir. Hafız ibni Hacer dedi ki: senedinde kopukluk var ve zayıf bir ravi vardır.) Bu rivayette ise sadece tehdit vardır.


İkrahın üç şartı vardır:

1) Kudret sahibi yada güç sahibi bir kişi tarafından gelmelidir.

2)İkrah durumunda olan kişi söz konusu (küfür) fiili işlemediği takdirde, tehdit edildiği şeyin gerçekleşmesini galibuzzanla bilecektir.

3) Tehdit edilen şey ciddi zarar verici olmalıdır.
Örnek: öldürmek, şiddetli dövmek, uzun hapis ve uzun süre bağlı kalmak. Sövmek ve hakaret etmek ise ihtilaf olmadan ikrah değildir. Aynı şekilde az bir malın gaspı ikrah değildir. Basit zarar ise etkilenmeyen kişi hakkında ikrah değildir. Söz konusu kişi kavminde şeref değer ve ün sahibi kişi ise uğrayabileceği basit zarar kavminin arasında onun seviyesini düşürecekse; normal insanlar hakkındaki ağır dövmek gibi sayılır.
Kişi, oğluna işkence yapmayla tehdit edilirse ikrah olmayacağı söylendi. Çünkü zarar kendine değil başkasına gelecektir. Ancak ikrah sayılması daha evladır.
(el-Mugni s.103-106)

Prof. Dr. Vehbe Zuhayli şöyle der: Hanefilere göre ikrah iki bölümdür. Birincisi mulci (zorlayıcı) ikrah veya tam ikrah, ikincisi ise ikrahı gayri mulci (zorlayıcı olmayan) veya nakıs ikrahtır.

Mulci ikrah: Kişinin kudretini ve seçme hakkını tamamıyla ortadan kaldıran zorlama demektir. Kişinin nefsine veyahut azalarından herhangi birisine gelebilecek bir zarar ile tehdit edilmesi halinde söz konusudur. Diğer bir deyişle mülci ikrah; ölüm, bir organın kesilmesi, nefsi veya azaların birisini telef edecek dövme ile meydana gelen ikrahtır. Dövmenin az veya çok olması şart değildir.

Gayri mulci ikrah: Dövme yada hapsetme gibi nefsi veya azaların birisini telef etmeyecek kadar sadece gam ve elemi gerektiren şeylerle vuku bulan ikrahtır. Hükmü ise rızayı ortadan kaldırır ve ihtiyarı (seçmeyi) bozar. Hapsetmek, bağlamak, dövmek yada malın bir kısmını telef etmekle meydana gelir.

Hanefi âlimleri buna ek olarak üçüncü bir ikrah çeşidi getirmişlerdir. Rızanın bütünüyle ortadan kalktığı ancak ihtiyarın ortadan kalkmadığı, kişinin kız kardeşi yada yakın akrabasından birisine yönelik hapsetme ve buna benzer bir şeyle tehdit edilmesine edebi ikrah denir. Hanefilerden Kemal ibni Humam’ın dediği gibi böyle bir zorlama kıyasen değil istihsanen şer’i bir ikrahtır. Zira kişinin akrabalarından birine olan eziyet kendini hüzünlendirmekte, sanki kendi üzerinde bir zorlama oluşturmaktadır.

Her ikrah iddiası, sahibinden kabul edilmez. Bunun kabulü için İslam âlimleri ikrahın şartlarını saymışlardır.
Şöyle ki:

1) Tehdit eden kişi, tehdidini yerine getirecek güçte olmalıdır. Şayet tehdit eden kişi bu tehdidini yerine getirecek bir güce sahip değilse tehdit boşa gider.

2) Tehdit edilen kişinin zorlandığı işi yapmadığı takdirde tehdit sahibinin tehdidini yerine getireceğine galibuzzanla inanması gerekir.

3) Tehdit edilen kişinin kaçmaktan, karşı koymaktan ve yardım talebinde bulunmaktan aciz olması gerekmektedir.

4) Yapılan tehdit; canın, malın, azaların telefi, anne, baba, eş, kardeş gibi yakın akrabanın hapsedilmesi gibi kişinin rızasını bütünüyle ortadan kaldıran bir tehdit olması gerekir. Bu şart insanların haline göre değişebilir. Bazı insanlar ağır bir sözden üzüntüye gamma düşebilir. Bazı insanlar ise ağır bir dövmekle gamma düşebilir.

5) Zorlanan kimse, üzerinde zorlandığı fiili yapan kişi olmamalıdır. İçki içmeye zorlanan kimse önceden içki içen olmamalıdır.

6) Yapılması istenen şey, tehdit edilen şeyden tehlike itibari ile daha ileride olması gerekir. Yani bir kimse başkasının malını telef etmekle zorlansa ve bunu yapmadığı takdirde bir tokat atılacağı tehdidi ile zorlansa bu ikrah olmaz.

7) Yapılması için zorlandığı fiilin kendisi ile tehdit edildiği işten kurtulmayı sağlaması gerekir.

8) Tehdit edenin tehdidini acilen yerine getirmesi gerekir. Eğer tehdit edilen şey gelecek zamanda vuku bulacaksa bu durumda ikrah sahih olmaz Çünkü böyle bir gecikme durumunda başkasından yardım dilemek suretiyle tehdit edildiği şeyden kurtulma imkânı vardır. Bu şart Cumhurun şartıdır. Malikilerin görüşü ise, tehdit edilen şeyin acil olması gerekmiyor. Korkunun acil olması gerekir. Zuhayli benim takdirimde raci' olan görüş budur der.

9) Zorlanan kimsenin, zorlandığı şeyden fazlasını yapmak suretiyle muhalefet etmemesi de ikrahın şartlarındandır.

Vehbe Zuhayli, ikrahın şartlarını saymaya devam eder. Bu şartlar küfür ile alakalı olmadığından burada almayacağız.

-İkrah ile birlikte ruhsat verilen hissi tasarruflar: Kalbi imanla dolu olmakla birlikte sadece dil ile küfür sözü söylemek, yahut Muhammed (sav)e kötü söz söylemek veya haç işaretine karşı namaz kılmak, Müslüman’ın malını telef etmek gibi işlerdir. Bu gibi davranışlar mubah olmaz. Ancak mulci (tam) ikrah altında bunları yapmaya ruhsat vardır. Eğer ikrah altında olan kişi öldürülünceye kadar bunları yapmayacak olursa cihad ecri gibi ecir alır. Şayet nakıs ikrah olursa ruhsat yoktur. Kalbi imanla dolu olsa da küfrüne hükmedilir.
Bu Hanefiler ve Malikilerin görüşüdür. Önceden belirttiğimiz gibi Şafiiler, Hanbeliler ve zahiriler nakıs ikrah halinde de küfür sözü söylenmesine ruhsat verirler. Çünkü İslam’ın başlangıcında ikrah hadiselerinin çoğu nakıs ikrah niteliğindeydi. Zuhayli derki: Bence iki görüş arasında raci olan görüş budur ve bu ihtilaf haç işaretine karşı namaz kılmaya veya puta karşı secde etmek konusunda da geçerlidir.

—Malikilere göre açık küfür sözünün söylenmesine ruhsat veren ancak öldürülmekle tehdit etmektir. Dolayısıyla bir azanın kesilmesinden korkmayı dinde küfür sözünü söylemek için ikrah saymazlar.
Şuna da dikkat etmek gerekiyor ki; ikrah halinde küfür sözünü söylemekten imtina etmek daha efdaldir.
Delili ise: Museyleme'tu'l Kezzabın iki sahabeyi yakalayıp onları küfre zorlama hadisi...

-İkrah halinde Peygamber (sav)e kötü söz söylenmesine ruhsat veren delil:

Ammar(ra) ın hadisidir. Ammar(ra) Peygamber (sav)e dedi ki; Sana sövene kadar beni bırakmadılar.
Peygamber(sav) şöyle buyurdu: Tekrar sana aynısını yaparlarsa sende aynısını yap.
(Hakim bu hadisi rivayet etmiştir. Bu hadis Buhari ve Müslim’in şartına göre sahihtir der. Beyhaki el-marife kitabında Ebu Nuaym el-Hilye kitabında Abdurrezzak Musannefinde ve İshak ibni Rahovey Müsnedinde bu hadisi rivayet etmişlerdir.Nasbur-Rayeh c.4 s.158) (El-Fıkhul islam ve edilletuhu c.6 s.4432 ve sonrası)

Sonuç olarak; bir kimse gayri mulci bir hal altında küfür kelimelerini telaffuz ederse Şafii, Hanbeli, Zahiri ve bazı Hanefi âlimlerine göre murted olmaz. Zira ikrah ayetinin zahiri umum ifade eder.
Ayrıca Rasulullah (sav) “Ummetimin üzerinden üç şey kaldırılmıştır. Hata yapmak, unutmak, zorlanmak” buyurmaktadır.
Dikkat edilirse hadiste geçen ikrah lafzı genel bir ifadedir. Tahsis edilmesi için bir delile ihtiyaç vardır. İbn Mesud(ra) şöyle der:
''Güç sahibi bir kimse beni konuşmaya zorlarsa onun kamçısından kurtulmak için her şeyi söylerim. Bu bir kamçı dahi olsa.”
İbn Hazm (rh): “Bu sahabelerin hepsinin görüşüdür” der. Prof. Dr. Zuhayli Fıkhul İslam adlı eserinde konu hakkında tüm görüşleri zikrettikten sonra cumhurun görüşünü tercih eder.

Kurtubi Tefsirinden Nahl 106’dan özetlenerek:
İlim ehli icma ile öldürüleceğinden korkacak kadar küfre zorlanan (ikrah olunan) kimsenin kalbi imanla dolu olduğu halde küfür işlerse günahkâr olmayacağını hanımının ondan bain (boş) olmayacağını ve hakkında küfür hükmü verilmeyeceğini kabul etmişlerdir. Malikin, Kufelilerin ve Şafii’nin görüşü budur.
İkrah dolayısıyla ruhsatın yalnız söze munhasır olduğunu kabul edenler ibn Mesudun şu sözünü delil getirirler. ”Otorite sahibi bir kimsenin bana vuracağı iki kamçıyı önleyebilecek ise söyleyemeyeceğim hiç bir söz yoktur.
Burada ibn Mesud ruhsatı söze münhasır olarak dile getirmiş, davranıştan söz etmemiştir. Ancak ibn Mesud'un bu sözünde delil olacak taraf yoktur. Çünkü burada sözün misal olarak zikredilmiş olma ihtimali vardır ve o fiilinde aynı hükümde olduğunu kast etmiş olabilir.

Muhakkik ilim adamları şöyle demişlerdir:
Zorlanan kimse küfrü gerektiren sözler söyleyecek olursa bu sözleri ancak kinayeli ifadelerle söylemesi caiz olur. Çünkü bu gibi kinayeli ifadeler kullanmak suretiyle yalandan kaçıp kurtulma imkânı vardır. Bu şekilde söylenmeyecek olursa kişi kâfir olur. Çünkü zorlanmanın kinayeli ifadeler üzerinde herhangi bir etkisi söz konusu olmaz.

İlim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir:
Bir kimse küfür üzere zorlanıpta ölmeyi tercih edecek olursa Allah nezdinde ruhsatı tercih eden kişiden daha büyük ecir alır.
en-Nehai der ki: Zincire vurup bağlamak ikrahtır, hapse atmak ikrahtır. Malik'in görüşü de budur. Ancak Malik şöyle der:
Korkutucu bir tehditte ikrahtır. Velev ki bu haksızlık yapan kimsenin zulmü tahakkuk ettiğinde ve tehdit ettiğini yerine getirdiğinde bu korkutma gerçekleşmese bile. Ancak malik ve mezhebine mensup ilim adamlarına göre dövme ve hapsetmenin belli bir süre ile sınırlandırılması söz konusu değildir. Bu acıtacak kadar dövme ile sınırlandırılmıştır. Hapis ise zorlanan kimsenin sıkıntıya düşeceği ve darlanacağı süre ile tahdit edilmiştir. Yine Malike göre sultanında (devlet yöneticisinin de) başkasının da zorlamaları bir ikrahtır. (Kurtubi tefsirinden Nahl 106 Özetlenerek aktarılmıştır.)

Şeyh Makdisi şöyle der: Tekfir konusunda, gönüllü veya sabit tagutun askerleriyle; kendisini sıkıntı, zorluk ve askerlikten kaçanların üzerinde olan hapis korkusundan kurtarmak için mecburen asker olanlar arasında ayrım yapıyoruz. Çünkü Allah’ın ve şeriatının düşmanları askerlik meselesinde halkı gelir, yaşam, yurt dışına çıkmak, taşınmak gibi konularda sıkıştırırlar ve kişinin askerliğini yaptığını ispat eden belgeler aracılığıyla muamele yapmaktadırlar. Bunun sebebi insanları tagutların sevdiği şekilde yürütülmeleri, onlara ve batılına teslim olmaya mecbur etmeleridir. Dolayısıyla bu konuda ikrahı hüccet olarak gösterirler. Hâlbuki küfür kelimesinin söylenmesine veya küfür fiili işlenmesine âlimlerin koşutları gerçek ikrahın şartları genel olarak bu meselede gerçekleşmemektedir.

Şeyh Makdisi ikrahın şartlarını zikrettikten sonra şöyle dedi:
Gerçek ikrah olmaksızın bir Müslüman’ın herhangi bir şekilde tagutların askerlerinden olmasının ve onlara dostluk ve yardım göstermesinin caiz olduğunu söylemiyoruz. Bu askerlerin durumu geçek ikrah şartlarını gerçekleştirmemektedir. Ancak böyle bir durumda olan kişi askerliği isteyen sabit bir asker olmadığına göre tagutların taraftarları ve orduları gibi olmamıştır. Bunun için İslam’ın ve tevhidin aslını sahiplenip taguttan beri olanları, istemeyerek ve zorunlu olarak askerliğe katıldıkları ve bu ordunu tekfir ettiğimiz küfür sebeplerini işlemedikleri takdirde onları tekfir etmiyoruz.
Özellikle halkın çoğu şer’i ikrahın şartlarını bilmiyor ve küfür sözünü söylemekle başka bir fiil işlemek arasındaki fark konusunda ikrah şartlarını bilmeyip ikrah ve mustazaflığı birbirine karıştırıyorlar.
Aynı şekilde ikrahın haddi, sıfatı ve şartları dinde zaruretle bilinmeyen fıkhın feri konularındandır. Beyan edilmeye ve muhalif kişiye hüccet ikame etmeye ihtiyaç vardır. Hâlbuki mustazaflık kişiden kişiye değişir. Zaruretlerde fıkhi kitaplarda bilindiği gibi küçükle büyük, zayıfla güçlü ve yaşlıyla genç arasında değişebilir.
Bunun üzerinde deriz ki: İslam’ın aslına sahip olan müşriklere, şirklerinde yardım etmeden veya muvahhidlere karşı onlara yardım etmeden ikrah, mustazaflık ve zaruretleri beyan ederek bu zorunlu askerliğe istemeden katıldığı takdirde biz bu gibi kimseleri tekfir etmiyoruz. Tabiî ki ikrah, zaruret ve mustazaflık sınırlarını anlama konusunda sapık olduğunu söyleriz.
Ancak başka alternatif dar-yer-yurt bulunduğu veya bu askerlikten firar ve kurtulma imkânı kolaylaştığı takdirde, buna rağmen kişi askerliğe katılmaya ve müşriklerin sayısını çoğaltmak için ısrar ederse böyle bir kişinin durumunun Allah Tealanın indirdiği şu ayetteki kişiler gibi olmasından korkulur:

''Melekler canlarını alacakları nefislerine zulüm eden kişilere: 'Ne işte meşgul idiniz’ derler. Onlar biz yeryüzünde mustazaf kimselerden idik diye cevap verirler. (Meleklerde) Allah’ın arzı geniş değilmiydi ki, oraya hicret etseydiniz.' derler. İşte bunların barınacakları yer cehennemdir. O ne kötü yerdir. (Nisa 97)

...Biz tagutların ordularında asıl olanın küfür olduğunu söylüyoruz. Ancak onların muayyen fertlerini iki taifeye ayırıyoruz.

Birincisi: Bu orduda tagutların kendilerine veya şirklerine gerçek bir şekilde yardımcı olan kimseler: Bunlar bu hal üzere ölürlerse küfür konusunda dünya ve ahiret ahkâmında hükümleri tagutların hükümleri gibidir.

İkincisi: Onların sayısını çoğaltıp ancak kendilerine şirklerinde veya muvahhidlere karşı mücadelelerinde yardım etmeyenler; Dünya ahkâmında onların hükmü tagutların hükmü gibidir. Yani onların askerleri-yandaşları oldukları, hizbinde ve saflarında oldukları için onlar gibi muamele edilirler. Sonra kıyamet gününde niyetlerine göre haşredilirler. Bizi ilgilendiren ise dünyada onların hükmüdür. Çünkü muamele ve cihad konularında buna ihtiyacımız vardır.

Ancak ahiret ahkâmında onların durumları bizi ilgilendirmez. O bize değil Allah’a aittir.
Bu ayrımın delili ise; Muttefekun aleyh olan müminlerin annesinin rivayet ettiği “Kabe’ye saldırmak isteyen sonra Allah’ın ilkini ve sonunu batırdığı ordunun hadisidir.”
Bu orduda bilip istekle katılan ve mecbur olanların bulunmasına rağmen Allah Teala hepsini helak eder ve ahiret gününde onları niyetlerine göre haşreder.
Dolayısıyla biz tagutun ordusunun hepsine dünyada kâfirler gibi muamele yaparız. Ancak onlardan ikinci taifeden tanımış olduklarımızı ve aynı zamanda onlardan da uzak kalma imkânı bulduğumuz olanlar bu muameleden müstesnadır. Ayıramadığımız olanları ise onların gösterdiklerine göre muamele ettiğimiz takdirde; biz mazeret sahibiyiz ve hatta inşallah ecir sahibiyiz.
Bu anlattıklarımızdan bilinsin ki tagutun ordusunu tekfir etmemizin illeti, kesinlikle fertlerinin rejimin şemsiyesi altında çalışması değildir. Bu kelime ne şer’i, nede sınırları olmayan geniş bir cümledir. Halkın çoğu da bunun kapsamına girer. Hatta çöllerde, mağaralarda ve dağın zirvesinde yaşayanların dışında neredeyse kimse bu cümlenin kapsamına girmekten kutulamaz. Ancak bize göre tekfirin varlığı ve yokluğu kendisine bağlı olan müessir illet önceden geçtiği gibi dostluk ve yardımdır. ( el-İşraka s.29 dan 34’ e kadar olan kısım)

Şeyh Makdisi'nin sözlerinden anlaşılıyor ki, tagutların orduları küfür taifeleridir. Çünkü bu ordular, taguti rejimi korumak, tagutun kanunlarının uygulanmasını sağlamak ve şeriatı getirecek muvahhid Müslümanlara karşı savaşmak gibi küfür temelleri üzerine inşa edilmiş bir kurumdur. Bunun için söz konusu ordulara katılmak küfri bir fiildir. Ancak bu ordulara her katılan kişi hakkında tekfir manilerinin bulunup bulunmadığına bakmadan küfür hükmü vermeyiz.

Dolayısıyla bu küfür taifelerinde bulunan fertler iki bölümdür:

Birinci bölüm: Haklarında tekfir manileri bulunmayan kimselerdir. Bunlar kafirdirler.

İkinci bölüm: (Şeyh Makdisi kitabında sadece mecburiyetten bahsetmiştir.) Mecburiyet şüphesi, cehalet veya tevil gibi haklarında küfür manilerinden birisi bulunan kimselerdir. Bunlar kâfir değillerdir. Ancak mümteni, küfür taifelerinde bulundukları için dünya ahkâmında küfür taifelerine davrandığımız gibi onlara da aynı şekilde davranırız. İmtina sıfatı onlardan kalktığı zaman (elimize esir düşmeleri gibi) durumlarını araştırmadan önce onlara kâfir muamelesi yapmayız.

Şeyh Eymen Zevahiri şöyle der: ''Ordular, kâfir hükümeti destekleyen riddet taifesidir. Biz onlara muamele ederken fertler olarak değil taife olarak muamele ederiz. Tabi ki tagutlara yardım eden riddet taifesinde şer’i mazeretlerden dolayı Müslüman şahısların bulunması mümkündür. Ancak hakkında şeri mazeretler bulunmayıp hükümetin şer’i hükmünü bilerek, istekli bir şekilde kasten ona yardım eden kimseler muayyen olarak söz konusu hükümet gibi murteddirler.

Biz ise riddet taifesinin fertlerinin durumunu takip etmekle ilgilenmiyoruz. Sadece taife olarak hükmünü bilmek bizi ilgilendirir. Bu muazzam şer’i bir asıldır. Müslümanların cihadı ve savaşı bu şer’i asılla amel etmektedir.

İmam Maverdi(rh) Mümteni mürtedin kudret altında olan mürtedden farklı olduğunu zikretmiştir.

Son Olarak şöyle diyoruz: Bir Müslüman’ın kendi isteğiyle küfrün ahkâmını savunan polise ve orduya katılması caiz değildir. Çünkü bu iki grup Allah’tan başka kanun koyan ve insanları ona tabi olmaya zorlayan kafir iktidarı korumaktadır. Aynı zamanda bu iki taife küfür rejimini değiştirmeye çalışanlara karşı duran demir yumruktur.

Bu konuda Şeyhulislam İbn Teymiyye (rh) bu taifenin hükmünün bir olduğuna dair hüküm vermiştir. Onlardan ikrah altında olanlar bile zahir dünyevi hüküm açısından ikrah altında olmayanların hükmü gibidir. ( Cihadut-Tavagit s.23-27 arası özetlenerek aktarılmıştır.)


Şeyh Ebu Katade şöyle der: Dolayısıyla kendilerini ‘mürted taife’ olarak nitelendirdiğimiz kişiler; batılı kanunlaştıran, onunla hükmeden, onu koruyan ve öven kimselerdir.
…. Adı geçen bu taifenin murted olduğuna hükmetmemizin; grubun bütün üyelerinin küfür ve irtidadını ve hepsinin ebedi kalmak üzere cehennemlik olduğuna hükmetmemizi de gerektirip gerektirmediği meselesi çok yönlü olup, delillerin dikkatle incelenip mütalaa edilmesi gerekir. Bütün yöneticiler hakkında küfür ile hükmedenleri aşırılık ve bidatle itham etmek ve bu konuda susmayı tercih edenleri mürcie ve buna benzer bidatçilikle itham etmek, son derece hatalıdır. Zira bu konu tartışma ihtimali bulunan tasavvuri konulardandır. Konunun tartışma ihtimali taşıması, anılan taifeyi tekfire mani bazı amellerin bulunmasındandır. Yoksa bunu anlamı, ‘Kafirlerle batini dostluk tespit edilmediği sürece, zahiri dostlukla tekfir edememeyiz’ demek değildir. Bu görüş daha öncede geçtiği üzere mürcienin aşırı gidenlerini görüşüdür.
Ancak yine de bu ihtimal, anılan taifenin bir çok üyesi hakkında, tespitlerimize göre tekfir engellerinden hiç biri bulunmadığı için onlara küfür ve irtidat hükmünü vermemize mani değildir. Bu üyelerden bazıları,islami cemaatlerle muamelelerine özel önem verseler de haddi zatında mürted taife içende polislik görevi yapmaktadırlar. Şeriatı derinlemesine ve kapsamlı bir şekilde öğrenen, Ezher Üniversitesi veya Şeriat Fakültesi gibi akademi okullarını bitirenlerden daha fazla şey ezberleyen ve bunu sırf sorgulama esnasında Müslüman kardeşlerimizi psikolojik olarak etkilemek için yapan bu kimselerin tamamı, kafir taife içerisinde mütalaa edilmeye daha layıktır. Kaldı ki bazen her şey kendiliğinden ortaya çıkmakta, saflar netleşmekte ve bütün askerlerin, İslam ordusuna karşı küfür nizamını savunduğu çok iyi bilinmektedir. Hal böle iken bütün askerlerin tekfir edilmemesi inattan başka bir şeyle izah edilemez. (EL Cihad Vel İctihad s.128)

Muasır cihad alimlerin çoğu küfür taifelerinde bu ayrımı benimsemektedirler. Ancak onlardan Şeyh Abdulkadir bin Abdulaziz farklı bir görüşü seçip, “Küfür ordularında bulunan şahısların muayyen olarak kâfir olduklarını söylemiştir.”
Haklarında maniler bulunanların ise, söz konusu manilerin sadece ahirette onları azaptan kurtaracağını söylemiştir.” Bu görüşü önceden söyleyenler yoktur. Yani eski ve yeni âlimler tekfir manilerinden bahsederken o manilerin hem dünyada küfür hükmünü, hem de ahirette azabı engelleyeceğini söylemişlerdir.

Cihad alimlerinden olan Şeyh Ebu Yahya el-libi Şeyh Abdulkadir bin Abdulazizin bu görüşünü ele alıp onu tenkid etmiştir. Bu konuda bir risalesi vardır. Şeyh Eymen Zevahiri, bu risalenin okunmasını tavsiye eder. Bu risaleden bazı alıntılar yaparak konuya daha iyi bir şekilde değinmeye çalışacağız.

Şeyh Abdulkadir, seçtiği bu görüşün delilini şöyle zikretmiştir:
''Sahabeler, Museylemetul Kezzab ve Tulayha gibi nubuvveti iddia eden riddet liderlerinin yardımcılarının muayyen olarak kâfir olduklarında icma etmişlerdir. Çünkü mallarını ganimet aldılar. Kadınlarını cariye edindiler. (Ebu Bekir(ra)ın dediği gibi) ölülerinin cehennemde olduklarına tanıklık yaptılar. Bu ordu fertlerinin mümteni olmaları dünya ahkâmında haklarında olası bir küfür manisine itibar vermeme sebebidir. Yani muayyen olarak bu fertlere küfür hükmü veririz. Söz konusu maniler var ise ahirette sahibini azaptan kurtarır. Biz ahiret ahkamında onlar hakkında hüküm vermeyiz.

Şeyh Ebu Yahya el-libinin kitabından özetleyerek aktarıyoruz. Meseleyi tam bir şekilde öğrenmek isteyenler Ebu Yahya el-libinin kitabına bakabilirler. Bizim özetleyerek aktaracağımız alıntılarla yetinmemelidirler.

Ebu Yahya el-libi şöyle der: Şeyh Abdulkadir sahabe, riddet liderlerinin ordularını muayyen bir şekilde tekfir ettiler sözü ile Nubuvveti iddia edenlerin askerlerini kast ediyorsa şüphesiz ki bu haktır. Ancak bu söz ile sahabelerin, herhangi bir mürtedin askerlerinin kafir olduklarında icma ettiklerini iddia ediyorsa, bu iddianın bir delile ihtiyacı vardır.
Hâlbuki Şeyh Abdulkadir iki meseleyi birbirine kıyas etmiştir. Ancak bu kıyas aslında batıldır. Çünkü sahabelerin tekfir ettiği kişilerin küfre girme sebepleri herhangi bir riddet liderine destek verip onun askeri olmak değildir. Nübüvveti iddia edenlere inanmalarıdır. Söz konusu kişiler bununla (nübüvveti iddia edenlere tabi olmakla) birlikte mürtedlerin ordularına katılmasalar da kâfirdirler. Dolayısıyla sahabe-i kiram, nübüvveti iddia eden kişilerin tabiilerini ve taraftarlarını muayyen olarak tekfir etmişlerdir. Bunu şartlara ve manilere bakmadan yapmışlardır. Çünkü bu insanlar sadece riddet liderlerinin birisine yardımcı oldukları için değil, içerisine girmiş oldukları küfür, dinde zaruretle bilinen bir küfürdür ve bu küfürde mümteni olanda-olmayanda aynıdır. Şüphe ve tevil de düşünülemez. Çünkü nübüvveti iddia edenlere inanıp tabi olan kimselerin tekfiri için şartların ve manilerin araştırılmasına gerek yoktur. Çünkü bu konuda manilere itibar edilmez. Muteber ikrah bundan müstesnadır. Muteber ikrah ise mümteni olanlarda da olmayanlarda da bulunabilir. Asıl olan bulunmamasıdır.
Şüphesiz ki nübüvveti iddia edenler tagutturlar ve aynı zamanda riddet liderleridirler. Aynı zamanda günümüzdeki riddet iktidarları da onlar gibidir. Ancak, nübüvveti iddia edenlerin küfrü; dinde zaruretle bilinen, ister avam olsun ister âlim olsun her Müslüman’ın bildiği bir şeydir. Onların küfründe şüphe edenler ise onlar gibi kâfirdirler. Ancak riddet iktidarlarının küfrü dinde zaruretle bilinen şeylerden değildir. Bu konuda her şüphelenen veya muhalefet eden tekfir edilemez. Çünkü görüyoruz ki bu zamanın tagutlarının küfrü, çoğu davetçi ve âlimlerin indinde açık olmasına ve onların hakkında yazılan eserlerin çok olmasına rağmen, tagutların bel’amlarının kandırmaları ve kafa karıştırmaları bazı davetçi ve âlimlere bile etki etmektedir. Onların bazıları, hala söz konusu tagutlara itaati vacip olan ve onlara karşı çıkmanın haram olduğu veli emir gibi görmektedir. Bu söz batıl, sapık ve alçak olmasına rağmen, çoğu zaman habis zındıklar bu sözü kullanmalarına rağmen, bunu söyleyen her tevil veya ictihad sahibi kişilerin o habis zındıklar gibi niyetinin kötü olduğu söylenemez.
Ebu Bekir(ra) ın mürtedler hakkında cehennemlik tanıklığından kast edilen onların fertleri değil genelidir. Çünkü aynı zamanda Müslümanların şehitlerine cennetle tanıklık etmiştir. Ehli Sünnetin akidesine göre hakkında bir hadis gelmediği sürece bir muayyene ne cennetle nede cehennemle tanıklık edilemez.
(Bu konuda ehlisünnet âlimlerinin sözlerini daha ayrıntılı bir şekilde öğrenmek isteyenler İmam Tahavinin akidesine bakabilirler.)
Yada insanlar büyük günah işleyip tövbe etmeden öldükleri için cehenneme gireceklerdir. Ebu Bekir (ra)ın sözü budur. Fakat ebediyyen kalacaklarını söylememiştir. (ihtimal babından)

Her halukarda Şeyh Abdulkadir hadise muhalif kaldı. Çünkü hadisi, Şeyh Abdulkadir gibi anlayacak olursak sahabelerin; mürtedlerin askerlerine dünyada küfür hükmünü ve ahirette ebediyyen cehennemde kalacaklarını verdiklerini söylememiz gerekirdi. Ancak Şeyh Abdulkadir, tagutların askerlerine dünyada küfür hükmünü vermekte ancak ahirette ise herhangi bir hüküm vermemektedir. Çünkü onlardan mazur olanların cehenneme girmeyeceklerini söylüyor. Böylece bu konuda sahabelere muhalif olmuştur.
Aynı şekilde bir Müslüman hakkında küfür hükmünü engellemeyen, sadece ahirette azabı engelleyecek bir küfür manisinin seleften geldiği nakledilmemektedir. Çünkü âlimlerin cumhuruna göre tekfir manileri hem dünyada küfür hükmünü hem de ahirette azabı engeller. Bunun için tekfir manileri zahirende batınen de geçerlidir. Zahirle batın arasında ayırım yapmak bidat bir sözdür. Dolayısıyla hakkında yakinen yada galibuzzanla küfür manilerinden birisi sabit olan kimseye söz konusu mani kalkana kadar İslam hükmü verilir ve bu konuda mümteni olanla olmayan arasında bir fark yoktur. Çünkü manileri araştırmanın sakıt olması (düşmesi) ile manilerin iptali arasında fark vardır. Yani mümteni kişi hakkında şartları ve manileri araştırmak vacip değildir. Bu mesele manilerin var olduğunu bilmekle birlikte onlara itibar etmemek meselesine muhaliftir.

Buna binaen deriz ki: Her taifenin özel durumu vardır. Taifelerin hükmü durumlarına göre belirlenir. Bundan kastettiğimiz şey: Bu taifenin arasında tekfir manilerinin bulunup bulunmaması ve fertler arasında ne kadar yaygın olduğudur. Bu meseleyi incelemenin ve araştırmanın zaruri olduğu anlamına gelmez. Bilakis onlar arasında yaygın olan ve hallerinden bilinen şeylerin itibari ile hüküm verilir. Bu mesele bir zamandan başka bir zamana ve bir mekândan başka bir mekâna değişiklik gösterebilir. Dolayısıyla burada sahabenin icmasının zikredilmesinin bir anlamı yoktur. Onlar ancak riddet liderlerinin birisine tabi olup Müslümanlara karşı ona yardım eden kişinin İslam’dan çıkartan bir fiil işlediği konusunda icma etmişlerdir. Sonra bu taifenin fertlerinin tekfir edilme konusunu taifenin halini bilene bırakmışlardır.
Son olarak muasır riddet liderleri yandaşlarının hükmü muayyen olarak küfür iman açısından ictihad dairesi içinde kalmaktadır. Bakışlar değişebilir. Ancak sahih deliller ve sağlam istidlal üzerine inşa edilmiş olması şarttır.
Onlar hakkında üzerinde ittifak edilmiş olan şeyler şunlardır:

—Murted liderlerinin yandaşları çeşitli küfürler işleyip mumteni olmuşlardır.

—Müslümanlara karşı kâfirleri desteklemek, masumların mallarını ve kanlarını helal kılmak, kâfirlerin kanlarını korumak vs. hallerinden bilinen başka şeylerde vardır.

—Bunlardan sonra bir zamanda ve bir yerde mumteni olan söz konusu taifelerden fertler arasında muteber tekfir manilerinden biri yaygın olduğu takdirde, o taifenin muayyen fertlerini tekfir etmek bu halde caiz değildir. Bilakis durumları belli olanların dışında, asıl olan İslam hükmünün haklarında sabit olmasıdır. Buna mukabil bu taifelerin bazılarında muteber manilerden hiçbiri bulunmadığı takdirde taifenin muayyen fertlerini tekfir etmekten ve ölülerinin cennetle tanıklık etmekten geri durmak caiz değildir. Ve böylece verilmiş olan hüküm, dünya ve ahiret hükümlerini kapsar. Sırf zan ve hayallerle Müslüman’ın İslam dairesinden çıkartılması kolay bir şey olmadığı gibi, İslam’dan çıktığı yakini bir şekilde bilinenlere de İslam ile tanıklık yapmak caiz değildir.

—Dolayısıyla bu taifenin fertlerini tekfir etme temeli; haklarında tekfir manilerinin bulunup bulunmadığının bilinmesine bağlıdır. Bu alanda bakışlar değişebilir ve ictihadlar farklı olur. Böyle bir şey, söz konusu taifenin fertlerinin itikadını incelemek ve araştırmak, onların kalplerini teftiş etmek veya küfri eylemleri helal kılarak mı yoksa helal kılmayarak mı işlediklerini araştırmakla bir alakası yoktur.

—Bu şekilde biliriz ki bu konu ictihadi bir konudur ve bunun için ihtilaf sancaklarını kaldırmak husumet ve münazaa (kavga) yapmak doğru değildir.
(Nezaratu fil icmail Kati Ebu Yahya el-libi)

Şeyh Ebu Basir’e şöyle soruldu:
Soru : Huccet ikamesi bakımından mümteni iken riddete düşen ile mümteni değilken riddete düşen arasındaki fark nedir.

Cevap: Elhamdulillahi Rabbil Alemin. Huccet ikamesi, ancak kişinin kendisinden kaldıramadığı bir acizlik nedeniyle vacip olur. Şeri muhalefet küfür olsa da bu böyledir. Her kim kendisinden kaldıramadığı şeri muhalefete düşerse ona huccet ikame edilir. O hüccet kişinin acizliğini ortadan kaldırır.
Huccet ikame edilmeden önce şeri hükümler, söz konusu kişinin şahsına (muhalefet ettiği hususta) uygulanamaz.
Ancak bir kimse kendisinden kaldırabildiği herhangi bir sebeple, onu kaldırmaya çabalamadığı bir cehalet nedeniyle şeri muhalefete düşerse, o cehaletinden dolayı mazur sayılmaz , ona hüccet ikame etmek vacip değildir. Şeri hükümler onun şahsına uygulanır. Hakkı bilme konusunda aciz olanı aciz olmayandan ayırt etmek için çeşitli konulara bakmak gerekiyor. Onlardan; kişinin yaşadığı çevre, kişinin cahil olduğu mesele. O mesele kapalı meselelerden mi? Yoksa hakkın yayıldığı açık meselelerden midir? Cehalet özrü ve ikametul hucce bütün meseleleri takriben bu kuralın üzerine inşa edilmektedir.
Soruya gelince şöyle derim:
İkametul hucce açısından mümteni ile mümteni olmayan arasında bir fark yoktur. Çünkü hüccet ikamesinin vacipliğinin illeti muhalefete düşen kimsenin mümteni olup olmadığına bakmadan, kaldırılması mümkün olmayan cehaletin varlığıdır. Lakin şöyle diyebiliriz: kişinin riddete düşmesi ile savaşmak ve kafirlere yardım etmekle mümteni olduğu zaman murted kafir olarak onunla savaşmak kaçınılmaz bir şeydir. Onun batını farklı ise Allah a havale edilir. Bu konuda biz mazeretliyiz çünkü elimizde küfrü ve tekfir edilmesini gerektiren zahirinden başka bir şey yoktur.

Soru: Şu kural doğru mudur? ‘Kim küfür sözü söyler yada fiili işlerse onu muayyen olarak tekfir ederiz. Ancak ahirette ki azaba gelince, bu onunla Rabbi arasında olan bir şeydir. Huccetul ikameye bağlı olan bir şeydir.’ Allah sizden razı olsun

Cevap: Elhamdulillahi Rabbil Alemin. Bu kural doğru değildir. Doğru olan söz ise şudur: ‘Her kim –muteber şeri bir mani olmadan- açık bir küfür izhar ederse, onu tekfir ederiz. Bu küfür üzere öldüğü takdirde ahirette azapta olacağına hükmederiz.
Muayyen bir kişinin kafir olduğuna hükmetmemiz – özellikle bu kişi Müslüman ise- dünyada ve ahirette tesiri- hükümleri gerektirecek bir hükümdür. Dolayısıyla mesele sadece ahirette ki azap meselesi değildir. Yani söz konusu kişinin cehaletinden dolayı mazur olduğuna inandığın halde hangi hakla dünyada küfrü gerektirecek hükümleri ona verebiliyorsun?!
Allah Teala şöyle buyurur: ‘Bir peygamber gönderene kadar azap edecek değiliz’ (İsra ..)
İlim ehlinin çoğu ayetteki azaptan hem dünya hem de ahiretteki azabın kastedildiğini söylerler. Yani insanlara bir peygamberin daveti ulaşana kadar dünyada ki ve ahiretteki azaptan kurtulacaklardır.
Dersen ki: cehaletinden dolayı mazur olan, Resullerin daveti kendisine ulaşmayan asli kafire niçin muayyen olarak küfür hükmü verdin.? Bu hüküm dünyada bir azaptır.
Derim ki: ona muayyen olarak küfür hükmü verdik. Çünkü İslam a hiç girmemiştir. İnsan ya kafir yada Müslüman olur. Kişi ancak kelime-i şahadeti söylediği yada onun yerine geçen şeri alameti izhar ettiği zaman Müslüman olur. Bu adam (asli kafir) bunu izhar etmemiştir. Bu kişiye muayyen olarak küfür hükmü vermemiz, bizim tarafımızdan onuna cihad etmek; kanını malını vs. helal kılmak gibi pratik bir fiili, gerektirmiyor. Ta ki ona daveti ve uyarıyı ulaştırdığımı zaman ondan yüz çevirirse pratik bir fiile geçebiliriz.
(Ebu Basir in Cehalet Mazerettir kitabından alıntılardır.)

Tagutun ordularında iki küfür fiili vardır:

Birincisi: Tagutu korumak

İkincisi: Muvahhidlere karşı savaşta tagutlara yardım etmektir.
Hâlbuki tagutu gerçek koruyanlar belli bir süre içinde zorla askerlik yaptırılanlar değil, orduya kendi isteğiyle katılan sabit askerlerdir. Bu bilindikten sonra tagut ordusu muvahhidlere karşı açık bir savaş halinde olmadıkları zaman şüphe büyümektedir. Özellikle avam halkın genel anlayışı; ordunun görevinin halkı dış düşmanlardan korumak olduğudur. Yine rejim hocalarının(bel’amlarının) fetvaları halk üzerinde etki oluşturmaktadır. Bunun için bu gibi durumlarda cehalet söz konusu olabilir.

Son olarak deriz ki: Bu kadar şüpheler varken muayyenlerin ayrıntı yapmadan toptan tekfir edilmesi doğrudan uzak bir iştir. Çünkü muayyenlerin tekfirinde çok ihtiyatlı davranmak gerekir ve ufakta olsa şüphelerden dolayı tekfirden kaçınmak gerekir. Şu misal buna iyi bir örnektir:
Malumdur ki; Kuran mahluktur diyenler selef alimlerinin çoğu tarafından tekfir edilmiştir. İmam Ahmet başta olmak üzere Ebu Hanife, Ebu Yusuf, Sufyan bin Uyeyne (Allah hepsinden razı olsun) gibi âlimler bu sözleri söyleyenleri tekfir etmişlerdir. Hatta Sufyan bin Uyeyne (rh) şöyle der: Kuran Allah’ın kelamıdır, onun mahlûk olduğunu söyleyen kâfir olur. Bu kişinin küfründe şüphe edende kâfir olur.

İmam Ahmed (rh) zamanındaki halifeler Kuran mahlûktur diyorlardı. Sadece bunu söylemekle yetinmiyor, Muhaddisleri, hocaları, imamlık görevi yapmak isteyenleri, müftüleri... bu sözü söylemesine zorluyorlardı. İmam Ahmet bu sözün küfür sözü olduğunu kabul etmesine rağmen, şüphe ve tevillerinden dolayı ne halifeyi nede bu sözü söyleyen insanları muayyen olarak tekfir etmiyordu. Halkı da halifeye karşı ayaklanmaya ve onu azletmeye karşı çağırmamıştır. Hatta İmam Ahmed zindanda kırbaçlanırken Rumlara karşı savaşan halife Mu’tasıma ve askerlerine zafer kazanmaları için dua etmiştir. (Şeyh Ebu Basirin, Cehalet Özrü kitabının mukaddimesine bakılabilir.)

Aynı şekilde ikrah sınırlarını bilmeyen yada bu konuda tevilde bulunup kendilerini ikrah altında zannedip bu sözü söyleyenler, İmam Ahmedin fıkhi görüşüne göre ikrah altında olmasalar da şüphelerinden dolayı imam Ahmed onları tekfir etmemiştir. İmam Ahmed yanlış tevillerinden dolayı onları eleştirmiştir.
Önceden belirttiğimiz gibi bir rivayete göre eziyete uğramadan yalnızca tehdit İmam Ahmedin indinde ikrah sayılmaz. Ehli sünnet imamlarından olan Yahya bin Main (rh) “Sadece tehditten dolayı kuran mahlûktur demiştir. Sonra İmam Ahmedin yanına gelip Nahl suresinin 106. ayetini okumuş. İmam Ahmed ondan yüz çevirmiş ve onunla konuşmamıştır.
İbni Main özür dileyerek Ammar bin Yasir (ra)ın hadisini anlatmaya başlamış. İmam Ahmed yine onunla konuşmamıştır. İbn Main İmam Ahmedin yanından ayrılmıştır. Daha sonra İmam Ahmed, ibn Main’in arkasından şöyle demiştir: ''Ammar(ra) hadisini hüccet olarak gösteriyor. Ammar(ra), Peygamber (sav)’e dedi ki: Sana söverlerken onların yanından geçtim, onları nehy ettim, sövmeyin dedim... ve beni dövdüler...''
Size, sizi döveceğiz denildi.(tehdit) Bu söz İbni Maine ulaşınca şöyle dedi: Vallahi gökyüzü altında, Allah’ın dininde senden fakih birisini görmedim.”

NOT: Aynı şekilde İslam ülkelerinin çoğunda tagutun askerleri vardır. Türkiye’deki yöntemi kullanarak Müslüman gençlere zorla askerlik yaptırmaktadırlar. Bu orduların haline vakıf olan her kimse bu orduların küfür üzere inşa edildiği konusunda tartışmaz. Çünkü ordunun ilk vazifesi rejimi korumaktır. Rejim kâfir ise orduda küfrü koruyan bir küfür taifesi olur.
Bunu bildikten sonra ordunun içinde sakallı, namaz kılan veya İslami faaliyetlerde bulunan askerlerin bulunması ordunun hakikatini değiştirmez. Dolayısıyla Türk ordusunda görev yapan askerlerin hükmü, diğer İslam ülkelerinde görev yapan askerlerin hükmü gibidir. Bunun için Şeyh Makdisiden alıntı yaptığımız bölümde zikredilen ayrıntılar Türkiye içinde geçerlidir.

Oy Kullanma Konusunda Âlimlerin Sözleri



Şeyh Ebu Katade bu konu hakkında şöyle der:
Kanaatime göre seçimlere katılanların hepsi kâfir olmaz Bunun sebepleri ise:

Birincisi: Kanunlarında belirtilen seçim mahiyeti toplumun önde gelen birçokları tarafından bilinmediğinden dolayı hiç şüphesiz ortada cehalet özrü bulunmaktadır. Bu nedenle seçimlerin mahiyetini anlayan kardeşlerimizin, diğer insanlar hakkında hüküm vermeye çalışırken onları da bu konuda kendileri gibi sanarak hüküm vermeye kalkışmamaları gerekir. Özellikle seçim konusunun sonradan meydana çıkan bir hadise olması ve selef tarafından üzerinde durulmaması nedeniyle halkın bu konuda yeterince bilgi sahibi olmaması, onlar için mazeret teşkil eder. Dolayısıyla onlar hakkında hüküm vermede acele edilmemelidir. Zira bir şeyin mahiyetinin bilinmemesi, hükmün verilmesine engel teşkil eder. Nitekim Arapça bilmeyen bir kimse övgü için kullandığını zannederek kötüleme makamında kullanılan bir ifadeyi, övgü makamında kullandığı için cezalandırılamaz. Çünkü cehalet özürdür.

İkincisi: Halkın, kendilerine selef yolunun bekçileri gözüyle baktığı din âlimlerinin, parlamentoya girmenin caiz olduğuna dair çok sayıda fetvaları, bu konu hakkındaki şüphelerin artmasına ve konunu içinden çıkılmaz hale gelmesine sebep olmuştur. Nitekim Yemende parlamento seçimlerinin yapılacağı bir sırada bu müşrikçe yolun caiz olduğunu söyleyen din âlimlerinin görüşlerini yayınlayan Yemen Islah Partisine ait bir dergi okuyuculara, sanki bu konuda hiçbir ihtilaf yokmuş gibi bir fikir vermiştir. Ayrıca nasiruddin el-Bani (bazılarına göre el-Bani daha sonra görüşünden dönmüştür.) ibn Baz ibn Useymin, Abdurrahman Abdulhalık, Yusuf el-Kardavi, Muhammed el-Gazali ve daha birçok kişi; ıslah maksadıyla parlamentoya girmek için aday olunabileceğini ve bunu caiz olduğunu söylemişlerdir. Selef ve özelliklede ibn Teymiyyenin sözlerinden anlaşıldığı üzere bu gibi ince ve üstü kapalı konularda kişi mazur sayılır. Ancak bu mazeret konunun net bir şekilde ortaya çıkmasından sonra kibirlenenler hakkında küfür hükmünün verilmesine mani değildir. (el-Cihad vel-İctihad s.174-175)

Şeyh Ebu Basir bu konuda şöyle diyor:
Müslümanlardan milletvekillerine oy verenlerin hükmü şöyledir:

1) Oy vermek fiil olarak Allah Tealanın dininde küfürdür. Çünkü Allah’tan başka bir mahlûkun uluhiyyetine ve seçimlerin önceden belirtmiş olduğumuz yanlış yönlerine rıza ve kabul içermektedir.

2) Bu fiili işleyen kişinin ise iki hali vardır.

Birincisinde muayyen olarak kafir olur.
İkincisinde ise mazeret ve tevilden dolayı kâfir olmaz.

Birincisi oy verenin muayyen olarak kafir olduğu hal:

Kişinin kendi sözünden veya halinden milletvekilinin mecliste yaptığı işin gerçeğini, düştüğü şeri yanlışları, şeriatla çeliştiğini bilipte, buna rağmen hür ve isteyerek seçimlerde milletvekiline oy verdiğini gördüğümüz zaman. Yani bu kişi milletvekilinin, Allah’tan başka kanun koyma özelliği olduğu ve teşrii yapma hakkı olduğu için oy vermektedir. Böyle bir kişinin muayyen olarak tekfir edilmesi kaçınılmaz bir şeydir.

İkincisioy verenin muayyen olarak tekfir edilmediği hal:

Bu halde bu kişiye cehalet, ve muhalefet ettiği konudaki acizliği def eden şeri hüccet ulaşana kadar bu kişi mazeret ve tevil kapsamındadır. Bu durum söz konusu çirkin fiile katılan insanların çoğunluğunun halidir. Yani oy veren kimsenin sözünden veya halinden milletvekilinin işinin gerçeğini ve düştüğü şeri yanlışları bilmediğini gördüğümüz zamandır. Bilakis bu insan demokrasinin hocaları ve davetçilerinden işitmiş olduğu sözlerden, demokrasinin güzel ve parlak olduğunu bilmekte ve ona göre seçimlere katılıp oy vermektedir. Böyle bir kişinin tekfir edilmesinden sakınmak kaçınılmaz bir şeydir. Şer’i hüccet ikame edilene kadar ona öğretmek ve işlerin gerçeğini göstermek gerekir.
Mutlak bir şekilde aktarmış olduğumuz ayrıntılara bakmadan ikinci kategoriye giren kişileri tekfir, yerilen aşırılığın bir çeşididir. Aynı zamanda akıbeti ve sonucu iyi olmayan, ilimsizce Allah’ın dininde cüret etmektir. Buna binaen halkın maksatlarına riayet etmeden hamasetli kardeşlerin vermiş olduğu; seçimlere katılan insanların genelini tekfir eden fetvaları kabul etmiyoruz ve ondan razı değiliz.
Tekfir konusu dikenli, dikkate, ilme, takvaya, ictihada, titiz davranmaya ve meselenin gerçeklerinin bilinmesine ihtiyaç duyan bir meseledir. Bunun için bu ilmi yeni öğrenmiş kişilerin muayyen insanlara küfür hükmü ve fetva vermeye cüret etmesini doğru bulmuyorum. Kişinin mesele olarak fiilin küfür olduğundan bahsetmesiyle yetinmesini, insanın dini ve nefsinin selameti için gerekli olduğunu düşünüyorum.
Bir şahsın şerri (kötülüğü) ve zararı yaygın olduğu halde, hakkında İslam hükmünün bilinmesi gerekiyorsa -illaki bazı durumlarda zaruri olacaktır- ilim ve dirayet ehline sorulur. Çünkü fetva onlara aittir. Bu konuda ehil olanlar onlardır. Allah Teala şöyle buyurur: Bilmiyorsanız zikir ehline sorunuz.”(Nahl 43)
Tavsiye ettiğimiz davranışlar tekfir edilmesi vacip olan kâfiri, yani onu tekfir etmeyen veya küfründe şüphe eden kimsenin kâfir olduğu kişiyi tekfir etmekten çekinmek değildir. Ancak bu meselede durmak ilimsizce müteşabih ve problemli konulara girmekten çekinmek babındandır. Selamet; nefsi onu ilgilendirmeyen veya ihtisası olmayan şeye sokmamayı gerektirir. (Bir Arap atasözünde şöyle der) ''Şeyi bilmeyen kişi onu bulmayan kişi gibidir. Dolayısıyla şeyi bulmayan onu veremez. (Yani kişi sahip olamadığı bir şeyi veremez.) Selamete denk tutulacak bir şey yoktur. (Demokraside ve Çok Partili Rejimlerde İslam’ın Hükmü s.190-191 Ebu Basir )

Şeyh Makdisi Oy kullanma fiilinin küfri yönlerini saydıktan sonra şöyle dedi:
''Meclislerin görevinin, insanlara hizmet vermek olduğunu düşünüp kandırılarak oy verenleri tekfir etmediğimiz gibi, akrabalarını veya tanıdıklarını bu sebeple başa getirmek için oy veren avamları tekfir etmiyoruz....Ancak ister yaşlı olsun isterse başkaları olsun küfri kanunlar koyan meclislerin gerçek yüzünü bilmemektedirler ve teşrii hakkına sahip olan sahte rab’leri seçmek için bu seçimlere katılmamaktadırlar. Bunların yerine sorunlarını çözecek, kendilerine veya bölgelerine hizmet edecek birilerini seçmek için bunu yapmaktadırlar. Onların çoğunun kastı ve muradı böyledir. Bu şekilde oyunu tasvir etmekte ve oynamaktadırlar.
Dolayısıyla tevhidin aslına sahip olup tagutu ve şeriatını inkâr eden kimse bu zan ve kast ile seçime katılırsa deriz ki; yaptığı amelin zahiri küfürdür. Çünkü yaptığı ameli açıklamadığı sürece ne kast ettiğini bilemeyiz. Aynı şekilde (Allah’ım sen benim kulumsun ben senin rabbinim) sözünün zahiri bize göre küfürdür. Tabi ki bu sözü söyleyenin sözünün zahirini kast etmediğini ve hatalı olduğunu bilmediğimiz sürece böyledir ve deriz ki: Hâkimiyeti Allah’a değil, halka veren demokrasi oyununa zahiren katılanlar küfür amellerinden bir amel işlemişlerdir. Ancak insanların hallerinde zikrettiğimiz karışıklıklar bulunduğu için küfür hükmünü avamların muayyenlerine indirmiyoruz.
Ta ki onlardan birisi kanun koyanları seçmeyi ve gerçeğin ne olduğunu bildiği zaman (onu tekfir etmek söz konusu olur.) Aksi takdirde kanun koyan bu meclislerin hakikati kişiye beyan edilene kadar tekfir edilmez. Bundan sonra ısrar ederse ona muayyen olarak küfür hükmü vermekten çekinmeyiz. Aynı şekilde (Allah’ım sen benim kulumsun ben senin rabbinim) diyen kişiye sen küfür sözü söyledi deriz. Eğer sözünden dönüp mağfiret dileyip ben hata ettim, kastım Allah’a sena ve hamd etmek idi. Dilimin söylediğini kast etmedim derse onu tekfir etmeyiz. Eğer ısrar eder sözünden dönmez ve mağfiret dilemezse onu tekfir ederiz. Onun sözü Firavunun söylediği ben sizin en yüce rabbinizim sözü gibi olur.

Dolayısıyla kim kanun koyma hakkını kendisine veya başkasına vermeyi kast eder ve isteyerek çabalar ise hemen kâfir olur. Çünkü küfür fiiline niyet etmekte, hatalı olmadan bilerek ve isteyerek onu seçmektedir.
Aynı şekilde intifaul kast (kasıtsızlık), sakallı milletvekillerinin bazısı tarafından kandırılan cahil ve avamların çoğunun haline uymaktadır. Bu milletvekilleri hakkı batılla karıştırırlar. Allah’ın şeriatını hakim kılmaya davet ederler. Parlamentoya girmelerinin gayesinin bu olduğunu söylerler. Seçim afişlerine yalan ibareler ve ''çözüm İslam’dır'' diye parlak, kandıran şiarları yazarlar. Bunun gibi boş vaatlerle avamları kandırırlar.
Yaşlılar veya avamlardan getirilip, kandırılıp, bu sakallıları seçtiği veya oy verdiği takdirde Allah’ın şeriatının hakim olacağı anlatılıyorsa, aynı zamanda onların kanun koyan küfri amellerinin hakikatini bilmiyorsa, parlamentonun hakikatinin kanun koyan bir meclis olduğunu bilmiyorsa, Yani anayasanın açıkladığı gibi hakimiyet ve kanun koymayı millete sarf etmek için değil, Ancak ona anlatıldığı gibi Allah’ın razı olduğu İslam ile hükmetmek isteyenleri seçmek için bunu yapıyorsa, bu kişiler küfür fiiline düşen yada düşürülen cahil, sapık insanlardır. Ancak bu insanlara kanun koyan bu meclislerin hakikatini, milletvekillerinin yapmış olduğu vazifenin hakikatini ve sürüklenmiş oldukları oyunun hakikatini bildirene kadar onların muayyen fertlerini tekfir etmiyoruz. Bütün bunları bilipte bu küfri dine katılmaya, üzerinde birleşmeye ve kanun koyanları seçmeye ısrar ederlerse onları tekfir etmekten çekinmeyiz.
Bu ayrıntıyı bilmek kaçınılmaz bir şeydir. Yani burada söz konusu mazeret veya küfür hükmünü muayyenlere indirilmesini engelleyen mani ''intifaul kasttır''(kasıtsızlıktır)İntifaul kastın sureti: bir kişinin mubah ve hatta haram bir şeyi yapmayı kast ederek veya isteyerek; kastı veya seçmesi olmadan küfre ve şirke düşmesidir. Bu hatanın kaynağı meclislerin hakikatinin bilinmemesidir. Bize göre mani olan, kanun koyanı seçmek, kanun koyma hakkını ona vermek kastıyla birlikte kanun koymakta itaat etmenin büyük küfür ve şirk olduğunu bilmemek değil; (meclislerin hakikatini bilmemektir.)
Önceden geçtiği gibi Peygamber (sav) bu babda (tevhidde) mazeret vermemiştir.
Yine şu meselede dikkatli olmak gerekiyor ki: tek meselede olsa kanun koyanlara yapılan itaat ancak kanun koymak ve küfür konusunda yapılan itaat olduğu zaman küfür olur. Aksi takdirde mubahta ve masiyette bu kanun koyanlara yapılan itaat küfür olmaz. (el-İşraka s.26-27)

Şeyh Makdisi şöyle der: Tekfirde yapılan hatalardan biride; parlamento veya belediye seçimlerine katılarak oy kullanan herkesin, amaç ve hata dikkate alınmadan ve hüccet ikamesi yapılmadan tekfir edilmesidir. Hamasetli gençlerden bir çoğu, tekfirde muteber olan kastın şekillenmesinde etkili olan cehalet özrünü dikkate almadan, bu seçimlerde oy kullanan herkesi muayyen olarak tekfir etmektedirler.
Halkın çoğu için, belediye seçimlerindeki küfür açık değildir.
Çünkü çoğu kişi, vakıadan haberdar olan insanlarda olduğu gibi, tekel bayiliği, meyhane ve genel evi gibi bir takım yerlere belediyeler tarafından işlem yapıldığını ve ruhsat verildiğini bilmemektedir. Ayrıca belediye seçimlerine aday olarak katılan ve Müslüman olduğunu söyleyen bir çok kişi, bu tür yerler hakkında olumlu düşünmemekte ve buraların açılmasına yönelik işlem yapmadığı gibi eski verilen ruhsatları da yenilememektedir. Onların bu durumları ise bir çok kişinin aldanmasına ve seçimlere katılmasına sebep olmaktadır. Bu tür seçmenleri, yasama meclisi üyesi olacak parlamenterlerin seçimine katılanlarla eşit tutmak haksızlıktır.
Parlamento seçimleri konusunda da, insaf gözü ile bakan herkes, bu kişilerin çoğunun, kendilerine milletvekili olarak seçecekleri kişinin sebebi ile elde edecekleri dünyevi hizmeti amaçladığını ve bu parlamentoların hakikatinin ne olduğunu bilmediğini görür. Seçmenlerin çoğu, parlamentoya da, belediye meclisi veya ercüman üyeliği gibi bakarlar. Çoğu zaman felçli veya sandalyeye mahkum hastaların sedye üzerinde oy kullanması için taşıdıklarını, seçimlerin hakikati konusunda bir bilgilerinin olmadığını, köy, mahalle veya semtlerine gelecek hizmette rol almak veya uğradıkları haksızlığı gidermek ve zulümden kurtulmak yada tutuklu yakınlarının ceza evinden çıkmasına sebep olacak af çıkarılmasına sebep olmak veya bu seçimlere aday olarak katılan ve akrabalarından olan kişileri desteklemek için oy kullanıldığını görmekteyiz.
Kimileri ise, üzerinde ‘Tek Çözüm İslam dır’ gibi yazıların bulunduğu ve bu parlamentolarda taguti kanunların çıkmasında ortak olan müşrikler tarafından hazırlanan afişlere bakarak, İslam ı sevmeleri ve destek olmak istemeleri sebebi ile bu seçimlere katılırlar. Bu tür insanlar, seçtikleri bu parlamenterlerin, güya şeriatın bazı hükümlerini uygulamak için izleyecekleri küfri faydasız yolu bilmemekte ve kast etmemektedirler. Buna da riayet etmek gerekir.
Yasama işlerine bulaşmayan, küfür kanunlarına saygılı olacağına ve koruyacağına dair anayasa üzerinde yemin etmeyen ve buna benzer kişiyi küfre götüren söz ve fiillerde bulunmayan kişiler ile; durumu bu olmayanlar arasında ayrım yapmak gerekir. Bilindiği gibi her seçmen, küfür olan bu söz ve fiilleri işlememektedir.
(Bu fark seçmenler ile parlamento da yasama yapan parlamenterler arasında ayırım yapmaya bizi götürdü. Yoksa mesele kişinin mizacına ve tercihine kalmış yahut delilsiz istihzandan ibaret bir mesele değildir.)

Kişinin kastının küfür olduğu açık olan bu tür söz ve fiiller için kendisine vekil atamak olması halinde, kendisinin hükmü de atadığı bu vekilin hükmü gibi olur. Çünkü küfür olan bu işe destek veren ile, bunu bizzat uygulayan arasında fark yoktur. Dolayısıyla küfre giren bu parlamenterleri destekleyen kişinin kastı, bu küfür kanunlarının çıkarılması, küfür olan anayasa ve sistemin varlığını devam ettirmesi ise, bu kişinin hükmü de, bu işi bizzat yapanın hükmü ile aynıdır.
Ancak parlamenterlerin işledikleri küfür olan bu söz ve fiiller hakkında gerçekler çokça örtbas ediliyorsa ve seçmen bunu bilmiyor ve anlamıyorsa ve seçtiği kişiyi sadece , köyüne kasabasına mahallesine veya şehrine hizmet götürmesi amacıyla seçiyorsa, bu kişi diğeri ile aynı konumda değildir. Bu seçmen hata etmektedir ve bu parlamenterleri, küfür yasaları çıkarmaları amacıyla seçmiş değildir.
Bu nedenle böylelerini, kendisine hüccet ikamesi yapılamadan ve parlamenterlerin yaptıkları yasama işinin mahiyeti açıklanmadan, İslam a ve Allah Teala nın dinine aykırı olan işler ile uğraştıkları belirtilmeden tekfir etmek doğru değildir. Bu durum kendilerine açıklanıp, gerekli hüccet ikamesi yapılmasına rağmen, seçimlere katılma konusunda hala ısrar ederlerse, bu hükmü hak etmiş olurlar.
Yukarıda söylenenlerden şu sonuca varmaktayız: tekfirin sebebi daha önce belirttiğimiz gibi, söz ve fiil ile sınırlı ise de, ahvalin ve manaların karışması, insanların cehaletleri, iş ve sözlerini anlamların hakikatini bilmemek gibi sebepler ile ihtimallerin birden fazla olması durumunda kişinin kastını araştırmak ve kesin olarak tespit etmek gerekir. ‘Delaleti ihtimalli olan söz ve fiiller ile insanların tekfir edilmesi’ bölümünde, kişinin söylediklerinin, örfüne göre değerlendirilmesi ve gerekli karinelere bakılması gerektiğini açıklamıştık.
Bu çağda oy meselesi gerçekten büyük bir fitne ve genel bela halini almıştır. İnsanların çoğu oy vermenin içerdiği şeri muhalefeti ne yazık ki bilmemektedirler. Bel’amların fetvaları; meseleye ağı şüpheler düşürmektedir. Dolayısıyla hüccet ikame etmeden avam halk tekfir edilmez.
Bu gibi durumlarda Şeyh Makdisi İbn Teymiyye (rh) ın şo sözlerini aktarmaktadır:
….İbn Teymiyye (rh) şöyle der: ‘Bazı yerlerde ve zamanlarda heva sahipleri çok olabilir ve söyledikleri sözleri, cahiller tarafından ilim ve sünnet erbabının sözleri derecesinde görülebilir. Öyle ki bunları yöneten kişiler de ne yapacağını bilmez olur ve Allah Tealanın hüccetini ortaya koyacak kişilere ihtiyaç duyabilir.
(Mecmu’ul Feteva c.3 s.152)

Dolayısıyla parlamento seçimlerinde tafsilata inmeden ve ayırıma tabi tutmadan, bu seçimlere katılan bütün herkesi tekfir etmek, yapılan açık hatalardandır. Özellikle bu parlamentoların ve parlamenterlerin hakikatinin bilinmediği, bu konuda kasıtların ve durumların farklı olması mutlaka göz önünde bulundurulması gerekenlerdendir.

İbn Teymiyye (rh) şöyle der: ‘ Kendisine delil gösterilmeden ve doğru açıklanmadan, kimsenin, hata ve yanlıştan dolayı bir Müslüman ı tekfir etmeye hakkı yoktur. Kişinin İslam ı kesin olarak sabit olduktan sonra, şüphe ile yok olmaz. Ancak şüphe giderildikten ve gerekli hüccet ikamesi yapıldıktan sonra hala ısrar etmesi halinde, onun İslam ı yok olur. (Mecmu’ul Feteva c.12 s.250 Daru İbn Hazm baskısı)
(30 Risale s. 303-312)

Demokrasi oyunu neredeyse İslam ülkelerinin çoğunda oynanmaktadır. Halkın büyük bir kısmı bu oyunun içindedir. Yine İslam ülkelerinin çoğunda dinin giysilerini giyip İslam’ı istismar ederek şeriat getireceğiz diye insanların dinini bozan münafıklarda vardır.
Örnek: Mısır, Ürdün, Suriye, Pakistan vs. gibi ülkeler Hatta Türkiye’de İslam’ istismar ederek iktidara gelen şahısların benimsediği fikrin babaları Mısırda ve Ürdün’de çok yaygın olan İhvan-ı Müslim’indir. Bundan dolayı cihad âlimlerinin yapmış olduğu ayrıntılar Türkiye içinde geçerlidir.


Tevil

Şeyh Ebu Basir şöyle diyor: ‘Tevil bazen muayyen kişiyi tekfir etmeyi ve azabı engeller. Bu, tevilin çeşidine, gücüne, güçlülüne, şer’an aklen, lugaten kabulüne bağlıdır. Muayyen bir kişiye tevilinden dolayı mazur olup olmadığına hükmettiğimiz zaman bir çok konuya bakmamız kaçınılmaz bir şeydir. Onlardan tevil edilen mesele, tevile ihtimalli midir değil midir?
Tevilin kendisi şer’an aklen lugaten kabul edilir mi edilmez mi ve tevili eden kişinin şahsına bakılır. Bu tür tevile onu sürükleyen çevresinin şartlarına bakılır. Kişinin hayatına ve Allah’ın dinindeki genel durumuna bakılır. Yani zındıkların kullandığı tefsir ve tevilleri kullanan biri midir değil midir? Bu konuların hepsi geçerli olan tevili, geçerli olmayan tevilden ayırt edecek ölçülerdir. Ayrıca tevilin derecesini belirtir. Bazı teviller muayyen kişinin tekfir edilmesini engeller ancak ona sapıklık, günahkarlık, tazir hükümlerini engellemez. Bazı tevillerde riddet haddini kişiden düşürür. Diğer hadleri düşürmez. Bu, fıkhın zor bir bahsidir. Burada onu ayrıntılı bir şekilde göstermek mümkün değildir. İnsanların tevil sahibi olup olmadıklarına karar verecek kişi fıkhın bu bahsini çok iyi bir şekilde bilmesi kaçınılmaz bir şeydir. Allah en doğrusunu bilir. (Ebu Basir Cehalet Mazerettir kitabından)

Bil ki tevil bazen sahibini mazeretli kılar; delili bilene kadar ondan mutlak bir şekilde mükellefiyeti, sorumluluğu kaldırır. Bazen de sahibini sadece bazı yönlerde mazeretli kılar. Başka yönlerde ona günahı ve sorumluluğu yükler. Bunun misali Harici’lerdir. Bak onların tevilleri ve şüpheleri, Hz Ali (ra) ın onları tekfir etmesinden alıkoydu. Ancak onlarla savaşmaktan onları öldürmekten ve günahkar saymaktan onu men etmedi.
Bazen de tevil –tevil ismini alsa da- herhangi bir yönden sahibini mazeretli kılmaz. Tevil şeriatın naslarını ve kurallarını tahrif ettiği, Karmati Batiniler vs. lerin tevilleri ne aklen ne şer’an nede lugaten kabul edilmediği zaman böyledir. (Ebu Basir Tekfir Kuralları s.213)

Derim ki kabul edilecek tevilin , aşılması günaha ve sıkıntıya düşüren belli ve sabit bir sınırı yoktur. Belli bir şahsa göre kabul edilecek tevil başka şahsa göre kabul edilmeyebilir. Çünkü bu, her ikisinin elindeki ilme ve çevresindeki şüphelere bağlıdır. Yinede meselenin kendisine, meselenin kapalılığı ve şüphelerinde bağlıdır. Bir mesele bir şahıs için bilinen ve muhkem bir mesele olabilir. Dolayısıyla tevil nedeniyle mazur olmaz. Aynı mesele başka bir şahıs için bilinmeyen ve müteşabih bir mesele olabilir. Dolayısıyla tevili nedeniyle mazur olabilir. (Tekfir kuralları 77-78)

Ebu Basir şöyle der: Tevilin bir kısmı, kişiden (dünya ve ahirette) cezayı düşürür. Bir kısmı ise cezalardan sadece küfür hükmü vermeyi engeller. Bir diğer kısmı ise küfürle birlikte cezaları mutlak bir şekilde men eder. Her tevil sahibini yaptığı hatadan dolayı affolunacağı ve hak ettiği cezadan kurtaracağı anlamına gelmez. Bu meseleler tevilin çeşidine, güçlülüğüne ve şera aklen lugaten kabulüne bağlıdır. Bunu dikkate al! (Tekfirin Kuralları 155)

Tevil, Cehalet Konusunda Çevrenin Önemi:

Ebu Basir şöyle der: şeriatın hükümlerinin belli zaman ve mekanlarda bilinip bilinmemesi, tekfirin manilerinden olacağına ve muayyen kişiyi azaptan kurtaracağına dair delil olarak şu hadis gösterilebilir. Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:’bugün siz alimleri çok hatipleri az bir zamanda yaşıyorsunuz. Her kim bildiğinin onda birini bırakırsa sapar. Öyle bir zaman gelecek ki, hatipleri çok alimleri az bir zaman gelecektir. O zaman her kim bildiğinin onda birini yerine getirirse kurtulmuş olacaktır.’( Silsile-i Saliha)
Peygamber (sav) in alimlerin çoğaldığı bir zaman ile alimlerin azaldığı zaman arasında nasıl bir ayrıma gittiğine dikkatle bir bak! İlkinde bildiğinin onda birini bırakana helak ve azapla hükmetti. İkincisinde alimlerin az oluşu nedeniyle bildiğinin onda birini yerine getiren kimseye kurtuluş ve başarı vaat etmektedir.
Ayrıca Huzayfe (ra) dan gelen şu hadis delil olarak gösterilebilir:
‘İslam elbisenin nakışının kaybolduğu gibi, İslam‘ın da nakışı kaybolup gidecektir. Hatta oruç nedir namaz nedir kurban nedir zekat nedir bilinmeyecektir. Bir gece Allah’ın kitabı silinecek ve yeryüzünde ondan bir ayet dahi kalmayacaktır. İnsanlardan yaşlı adamalar ve kadınlar kalacak onlarda şöyle diyecek:
Bari babalarımızdan öğrendiğimiz La İlahe İllallah kelimesini söyleyelim.
(Hadisi rivayet eden tabii) Sıla ona (Huzayfe'ye) namaz nedir oruç nedir kurban nedir zekat nedir bilmeyenlere bunu faydası ne olacak ki?
Huzaeyfe bu soruya cevap vermedi. Tam 3 kere tekrarlamasına rağmen Huzeyfe onu cevapsız bıraktı. Üçüncüsünde ona dönerek şöyle dedi:
Ey Sıla, o söz (La İlahe İllallah) onları ateşten kurtarır. (İbn Mace Sahihi)

Bu hadis cehaletin mazeret olduğuna bir delildir. Ayrıca İslam’ın hükümleri unutulmuş bir zamanda ve mekanda yaşayan bir insan ilme ulaşamıyorsa, ilimde kendisine ulaşmıyorsa ve bunu sebebiyle namaz nedir oruç nedir bilmiyorsa bu insanın mazur olduğuna ve inşallah kelime-i şahadeti söylemesinin ona fayda vereceğine dair bir delildir. (Tekfir Kuralları 79)

Bir Müslüman, küfrünü bilmediği bir kafirle dostlukta bulunabilir. Bu durumda, dostlukta bulunduğu kişinin kafir olduğu ve onunla dostlukta bulunmasının caiz olmadığı yönünde hüccet ulaştırılıncaya kadar, kafirlerle dostlukta bulunma hükmünün o Müslümana hamledilmesi cazi olmaz. Ancak hüccet kendisine ulaşmış olmasına rağmen, kafirlerle dostluğa ve onlara yardımda bulunmaya devam ederse, bu kişi tekfir edilir ve Allah Teala ‘İçinizden kim onları veli edinirse, muhakkak o da onlardandır. (Maide 51) ayetini kapsamına girer.
(Ebu Basir İslamdan Çıkaran ameller.)

Şevkani (rh) şöyle der: ‘‘ İşte burada şunu derim ki; dinde aşırılığın, Kur'an Sünnet burhan ve Allah Tealanın bildirmesi olmadan, Müslümanların birbirini tekfir etme cinayetine varması karşısında dökülür ve hem İslam a hem de Müslümanlara ağıt yakılır. Dinde aşırılık ve taassup kazanları kaynayınca ve şeytan Müslümanları birbirine düşürmeyi başarınca, havadaki toz ve çöldeki serap gibi olan basit şeyler yüzünden, hevaları onlara birbirlerini tekfir etmeyi telkin etti. Müslümanların hiçbir şekilde uğramadığı bu musibet karşısında Allah Tealanın Müslümanların yardımına koşmasını istemekten başka ne söylenebilir! Bütün bunlar karşısında Allah Tealanın murakabesinden bir eser bulunan, İslami gayretten bir nasibi olan ve bu dini anlayan herkes bilir ki:
Rasulullah (sav) İslam’ın hakikati sorulduğunda şöyle buyurmuştur:
İslam; namaz kılmak, zekatı vermek, Allah’ın evini hac etmek, ramazan orucunu tutmak ve Allah Teala dan başka ilah olmadığına şahitlik etmektir.’ Bu anlamdaki hadisler mutevatirdir.
Kim olursa olsun bunu kabul etmeyenlerin aksine, bu beş temeli yerine getiren ve gerektiği gibi işleyen kişi Müslümandır. Kim buna aykırı olarak değersiz sözler, yanlış bilgiler ve cahilce şeyler öne sürerse, onları yüzüne çal! Ve Muhammed (sav) in buranı senin bu saydıklarından önde gelir de!’ Muhammed (sav) in sözü karşısında bütün sözleri bırak! Dininden emin olan kişi, macera arayan kişi gibi değildir.’’
(Es-Seylul-Cerrar c.4 s.584)

İbn Temiyye (rh), kendilerinden daha üstün konumdaki ilim ehlinin dahi hata yapabildikleri bazı konularda yanılan zümrelerin tekfir edilmesine karşı çıkmış ve bu zümreler gerçekten bidat sahipleri de olsalar, onlara kafir muamelesi yapılmasını şiddetle eleştirmiş bu tür zümreleri tekfir eden veya onlara kafir muamelesi yapanların bidatinin, bunların bidatlerinden daha büyük olabileceğini belirterek şöyle demiştir,:
‘Bu nedenle selef muhalif konumda olsalar birbirine din dostluğunda bulunmuş ve kafirlere yapılan düşmanlık gibi muamelede bulunmamışlardır. Onlar, birbirinin şahitliğini kabul eder, birbirinden ilim öğrenir, karşılıklı miras ve evlenme hukukunu yerine getirir ve birbirlerine Müslüman muamelesi yaparlardı.’’
(Mecmu’ul Feteva c.9s.176 Daru İbn Hazm baskısı)

Kadı Iyad Tevil Nedeniyle Tekfir Edenlerin Durumu ‘ başlıklı bölümde muhakkik alimlerden şöyle nekleder:
‘Tevil ehlini tekfir etmekten saknmak gerekir. Çünkü namaz kılan tevhid ehlinin Kanını dökmenin mübah olduğunu söylemek çok tehlikelidir. Bin kafir hakkında onların hayatta kalmasına sebep olan bir hata, bir Müslüman’ın kanını akıtma hatasından daha hafiftir. (Eş-Şifa c.2 s.227)

2. Bölüm (SON)