Okul Meselesi
Okul
meselesi lazım ile tekfir ve ihtimalli fiillerle tekfir kapsamına girer.
Malumdur
ki bizim zamanımızda içinde çeşitli küfür akidelerini öğreten tagutun
okullarına insanlar çocuklarını göndermektedirler. Bunun için ilmi az olan
bazıları, bu insanlar söz konusu küfürlere razılar diye sırf okullara
çocuklarını gönderdikleri için onları tekfir etmektedirler. Yani göndermenin
razı olmak olduğunu söylerler. Ancak çocuklarını okullara gönderenlerin çoğu
sadece ve sadece okuma yazma matematik vs. gibi ilimleri öğrenmek için
çocuklarını gönderirler. Bu gibi insanların hallerini şu şekilde
inceleyebiliriz:
A)
Büyük bir kısmı okuldaki küfürlerden herhangi bir şekilde haberdar
değillerdir. Kişi haberdar olmadığı fiilden nasıl razı olabilir ki?!
Çoğu
veliler çocuklarının okulda ne yaptığını okuduğu kitapların ne içerdiğini
bilmemektedir ve hayatı boyunca bu veli bir okul kitabını dahi açmamıştır.
B)
Okuldaki küfürlerden haberdar olanlar ise iki bölümdür:
B.1)
Onlardan razı olduğunu açıklayanlar. Böyle insanlar çocuklarını
okula göndermeseler de küfürden razı oldukları için kâfir olmuşlardır.
B.2)
Okuldaki küfürlerden haberdar olup razı olmadığını söyleyenler.
Her ne kadar göndermeyi rızanın alameti olarak kabul etsek bile sözlü ikrarla
karşı geldiği zaman (yani kişi açık bir şekilde küfürden razı olmadığını
ikrar ettiği zaman) ona (göndermek rızaya alamettir sözüne) itibar
edilmez.
Demokrasi,
laiklik, sosyalizm gibi okulda öğretilen küfri akideleri fark edip dini
hassasiyete sahip olan insanlar söz konusu küfür akidelerini kabul
etmediklerini ve çocuklarını uyardıklarını söylemektedirler. Bazıları ise okuma
yazma bilmesinin önemli olduğunu başka bir İslami alternatif bulunmadığı için
çocuğunu bu okullara gönderdiklerini söylemektedirler.
Bugün
devletlerin çoğunda eğitimin belli yıllar için mecburiyeti vardır ( 8 yıl-12
yıl ) Çocuğunu göndermeyen ise hapse, mali zararlar, ev haczi gibi
sıkıntılara maruz kalabilir. Yani ikrah şüphesi söz konusu olabilir. İkrahın
şartlarını ilerde bahsedeceğiz Biiznillah.
Yukarıda
yazmış olduğumuz şeylerin hepsi birbiri üzerine olan şüphelerdir. Bazıları
bazılarından daha ağırdır. Sırf göndermekle tekfir etmeyi engeller.
Bütün
bunlardan sonra, ilmi yüzeysel olan ve dinin en büyük konularında ilimsizce
konuşmak ona hafif gelen bazıları, Sırf söz konusu okullara göndermekle tekfir
etmektedir. Onlardan birinin cehaletini ortaya çıkararak şöyle bir cümle
yazdığını gördüm: ''Çocuğu okula göndermek bizatihi küfürdür.''
Allah
imam Şevkani ye rahmet etsin doğru söylemiş. Dedi ki: “Dinini tehlikeye atmak
isteyenler ise ancak kendi aleyhlerine bir cinayet işlemiş olur.''
Bu
söz ile ilim, hikmet, iman ve Allah’tan korku ile dolu olan eski muhakkik
âlimlerimizin sözleri arasında bir mukayese yap, hüküm senindir.
Dediler
ki: ''Küfre razı olmak mutlak bir şekilde küfür değildir. Küfre razı olmak
ancak istihzan (kabullenmek ve iyi görmek) sebebi ile küfür olur''
Onların
delilleri ise Musa(as)’ın Firavunun ölene kadar kâfir kalması için beddua
etmesi ve daha başka deliller.
Keşmiri
(rh) şöyle der: Bazı âlimler, bir şahsın kâfir olarak ölmesi için beddua etmenin
küfür olmadığına dair bu ayeti delil gösterdiler. Tabiî ki eğer bedduanın
sebebi küfrü beğenmesi değil, Allah Tealanın bu kişiden intikam almasını
temenni etmek ise bu küfür değildir. Bu görüşü şeyhülislam Havahir Zade
benimsemiştir. Dolayısıyla onların(âlimlerin) başkasının küfrüne razı
olmak küfürdür sözü mutlak bir şekilde anlaşılmamalıdır. Bilakis beğenmek
şartına bağlanmalıdır.
Ancak
''Zahira'' kitabının müellifi şöyle demiştir:
İmam
Ebu Hanife’den, başkasının küfrüne razı olmanın küfür olduğuna dair bir rivayet
bulduk ve ayrıntısını görmedik. Hâlbuki Ebu Mansur Maturi den nakledilen görüşe
göre ayrıntı vermek gerekir.
Dolayısıyla
meselede ihtilaf vardır ve kabul edilmeye şayan görüş şudur ki: Küfrün
kendisinden razı olmak, yani küfür olduğu için küfre razı olmak küfürdür. Bu
şart önemlidir.
Hâlbuki
küfrün elim azabın sebebi olacağı veya Allah ın kaderinden olduğu için küfre
razı olmak küfür değildir.
Mekke’nin
fethinden gelen sahih hadis bu görüşü destekler.
Burada
kast ettiğimiz hadis ibn Ebi Serah ile Osman(ra) ın hadisidir. Nebi(sav)
sahabelerden birsi kalkıp onu öldürsün diye durumun başında susmuştur. Daha
sonra tövbesini kabul etmiştir.
(
Bu hadisi ibn Ebi Şeybe Ebu Davud Nesai ibn Merdebey Sa'd(ra)dan rivayet
etmişlerdir siyerde meşhurdur.)
Bu
konuda bazı muhakkiklerde şöyle demişlerdir:
Cibril
(as)’ın böyle bir şeyi yapmasının sebebi (firavun boğularak tövbe etmeye
çalışıyorken Cibril (as) firavun elim azap görsün diye ağzına çamur sokarak
konuşmasını engellemesi) Her şeyi kapsayan Rabbinin deniz gibi olan
rahmetinin bir mucize şeklinde Firavuna yetişmesinden korkmasıdır.
Küfre
razı olmak meselesine gelince hak olan görüş: Mutlak bir şekilde küfür
olmamasıdır. Ancak küfrü beğenirse yada kişi kendi küfründen razı ise kafir
olur. Alemul huda te'villerinde böyle geçer.
(Feyzul
Bari c.4 s.190-191 ve Ruhul Meani c.3 s.483 ve 535)
Şeyh
Makdisi şöyle der: Bazı kimseler ; okullarda sistem için yapılan aşırı saygı fillerinden
dolayı ayrım yapmaksızın çocuğunu okula gönderen herkesi tekfir etmektedirler.
Söz konusu fiillere ilmi gözle bakan kişi tekfir için yeterli olmadığını
görecektir.
Bu
gibi konularda Şeyh Makdisi şöyle diyor:
Kafirlerin
küfre delaleti açık olmayan bayrağını veya simgelerini taşımak , devlet
dairelerinde veya meydanlarda asılmış resimlerin altında bulunmak.
Bunların
hiç birisi tekfir için yeterli birer sebep niteliğinde değildir. Bayrak
sebebiyle insanları tekfir edenler, bildiğimiz kadarıyla şu iki sebebe binaen
bunu yapmaktadırlar;
Birincisi
: onları yüceltmek ve saygı göstermek, putlara sevgi ve tazim göstermek
gibidir ilkesi. Halbuki bu doğru ve iyi bir tespit değildir. Putları
yüceltmek , ilahlaştırma ve kulluk manasındadır. Korku ve umudun bulunduğu bir
ibadettir. Bunu yapanlar putlara korku ve ümit bağlarlar, putların fayda ve
zarar verdiğini ve Allah Tealaya yaklaştırdığını düşünürler.
Yüceltme
fiilinde korku ümit ilahlaştırma sevgi ve sevap düşüncesi yoksa, ibadet veya
şirk anlamına da gelmez. Aşırılık ve abartma ile yapılması halinde,
buna yol açabilecek bir kapı niteliğini alır. Aynı şekilde her sevgi ve korkuda
ibadet değildir. Mutlaka bunların ayrı ayrı değerlendirilmesi gerekir.
Kimsenin,
bu bayrak ve buna benzer simgeleri ibadet niteliğiyle yücelttiğini bilmiyorum. Sadece
abartma kabilinden bir yüceltme bulunmaktadır. Şirke yol açabileceği endişesi
taşıyan, ama kendisi şirk olmayan yüceltme, abartma, saygı ve tazim olsa olsa
Rasulullah (sav) in yasakladığı, yöneticilere saygı adına ayağa kalkma türünden
bir meseledir.
Rasulullah(sav)
hasta iken oturarak namaz kıldığında sahabe(r.anhum) un oturmadığını görünce
onları bundan nehy etmiş ve şöyle demiştir:
‘Az
önce nerdeyse Bizans ve İranlıların yaptığını yapacaktınız. Kralları otururken
onlar ayakta dururlar. Siz bunu yapmayın.’
(Muslim)
İmam
Ahmed’in rivayetinde ise şöyle geçmektedir:
‘
Acemin birbirlerine saygı göstermek amacıyla ayağa kalktığı gibi sizde ayağa
kalkmayın.’ (Musned c.5 s.253-256)
Sahabe
(r.anhum) un bu şekilde davranması, küfür anlamı taşımamıştır. Elle
selamlama, saygı ve tazim gösterme, ayağa kalkma gibi günümüz devletlerinin
ortaya çıkardığı bu törenler, İslam devletini yok eden , Müslümanları bölüp
parçalayan , İslam’ın bayrağını indiren bu yönetimler ve devletlerin simgelerine
saygı anlamı taşısa bile ,mücerret olarak küfre götüren bir ibadet anlamı
taşımaz.
Bu
mesele için ‘Saygı ve bağlılık içinde Allah a kulluk edin ‘(bakara
238) ayetini delil göstermekte doğru değildir.
Uzunca
ayakta durmak anlamında kullanılsa bile, ayette geçen konuttan maksat , namaz
ve içinde dua bulunan ibadetlerdir. Yoksa herhangi bir amaçla mübah olan ayakta
durma veya yasaklanan saygı ve hürmet için ayakta durma manasında değildir. Bu
duruşların hiçbiri ibadet veya küfür niteliğinde olmaz.
Alimler,
kunut sözcüğünün on kadar manası olduğunu belirtmişlerdir. (Şevkani
Neylul Evtar, Kitabul-libas)
Bu
manalardan bazıları uzunca duruş, huşu, itaat, dua ve konuşmama olarak
sayılabilir. Namazın farz kılındığı ilk zamanlarda sahabe (r. Anhum) bazen namazda
konuşurlardı. Sonra bu ayet indi ve konuşma yasaklandı.
Zeyd
bin Erkam (ra)dan şöyle rivayet edilmektedir:
‘Rasulullah(sav)
zamanında ‘saygı ve bağlılık içinde Allah’a durun’ ayeti ininceye kadar kişi
ihtiyacı olduğunda namazda arkadaşıyla konuşurdu. Ayet inince konuşmamız
yasaklandı.’
Meselenin
bu şekilde tafsilatına inilerek değerlendirilmesi gerektiğine göre, bayrak
ve çeşitli simgeler karşısında ibadet ve itaat düşüncesiyle duranların
bulunması ihtimali bulunsa bile şahsen ben asli kafirler , Mecusiler, Hindular
veya Budistlerde bile bir şeyin olduğunu bilmiyorum. Buna rağmen derim ki böyle
bir şey bulunursa da delaleti açık olmayan amellerdeki uygulamanın aynısı
yapılır. Böyle bir şey küfre kapı açan bir günah, münker veya masiyet olabilir.
Yada Allah Tealadan başkasına yapılan ve kişiyi küfre götüren bir ibadette
olabilir.
Bu
meselenin delaleti ihtimal taşıyan fiillerden olmasının sebeplerinden biri de
ilk asırlarda Müslümanlarında seçtikleri bayraklarının olması ve insanların bu
tür bayraklar kullanmaya ihtiyaç duymalarıdır.
Diğer
taraftan bazı alimler, bundan daha ciddi bir mesele olan rüku ve secde
hareketini ele almışlar ve birine ilah olduğu gerekçesiyle secde yapma ile
Kralların yanına girip saygı ifadesi olarak yere eğilmeyi birbirinden ayırmışlardır.
Birine ilahlık düşüncesiyle secde veya rüku yapmayı şirk kabul ederken, sadece
saygı ifadesi olarak yere kapanmayı küfür olarak saymamışlardır. (bkz.
Şevkani Es-Seylul-Cerrar c.4 s.580 Yine Kral ve hükümdarlara saygı ifadesi
olarak insanların yeri öpmesi ruku ve secdeye kapanması ile bunu ibadet ve din
olarak yapanların arasındaki fark için bkz. ;Mecmu’ul Fetava c.1 s.257 İbn
Nuceym in ibadet niyetiyle yapılan eğilme ve secdeleri, saygı amaçlı
yapılanlarından ayırması ve ayrıca alimlerin çoğunluğuna göre bunu saygı
amacıyla yapanların kafir olmadıkları ile ilgili olarak bkz.: El-Bahru’r
–Raik c.5 s.134)
Ancak
bu hiçbir zaman saygı gayesi ile de olsa bu tür hareketlerin yapılmasının mubah
olduğunu göstermez.
Bu
bayrakların, Allah telanın hükmü ile hükmetmeyen küfür sistemlerini sembolize
ettiği iddiası:
Bunlar
bu bayrakları diken, yücelten ve saygı gösterenlerin kafir sistemlerin dostu
olacağını ve dolayısıyla da küfre gireceğini söylerler. Halbuki bu, delaleti
ihtimal taşıyan bir sebeptir. Dolayısıyla gerekli araştırmanın yapılması ve her
fiilin ayrı ayrı değerlendirilmesi gerekir her şeyden önce bir takım insanlar
bu bayrakları sistemlerin ve yöneticilerin sembolü değil, vatan ve milletin
sembolü olarak görmektedir. Yöneticiler sistemler ve hükümetler değişebilir.
Ancak bu bayraklar nadiren değişir. Bunun en açık örneği, Filistin halkının
onlarca yıldır kullandıkları bayraklarıdır. Bu bayrağın sembolize ettiği bir
yönetim ve yönetici bulunmamaktadır….
Bazıları
ise bu bayrakları haç ile kıyas etmişlerdir. Bu da doğru değildir. Çünkü haçın
Hıristiyanların akidesine delaleti açıktır ve bu herkes tarafından
bilinmektedir.
Tirmizi
ve Taberani de aktarılan bir rivayette , Rasulullah(sav) haçı put olarak
nitelendirmiştir…..
Bütün
bunlar ayrı ayrı ele alınıp değerlendirilmeden bu bayrakları asmayı, yüceltmeyi
veya saygı göstermeyi tekfirin sebebi olarak kabul etmenin acelecilik,
tedbirsizlik ve isabetsizlik olduğunu göstermektedir.
Bu
simgelerin biride tagutların devlet dairelerinde asılı olan resimleri ve
sözleridir. Bunları kamu görevlilerinin dairelerinde evlerinde iş yerlerinde
çerçeveletip asarlar. Bu resim ve sözlerde bunların asılı olduğu yerlerde
oturan kişilerin tekfiri için yeterli bir sebep değildir. İster memur olsun
ister bir işi için oraya girmiş olsun, bu tür simgelerin asılı olduğu yerlerde
oturan kişileri tekfir etmek, kan ve mallarının helal olduğunu söylemek doğru
değildir.
Bu
gün bu simgeler ve resimler cadde sokaklarda ve bütün kurumlarda genel bir
musibet halini almıştır. Onları asmakta kişinin hür iradesi bulunmadığı sürece,
sadece bundan dolayı tekfir etmek doğru olmaz. Rasulullah (sav) Mekke’de iken
Kabe’nin etrafında ve damında üç yüzden fazla put vardı. Bunlar
Rasulullah(sav)i Kabe’nin yanında namaz kılmaktan alıkoymazdı.
Putların
orada bulunması ve onları kırmaya gücünün yetmemesine rağmen bu durum
Rasulullah(sav)i Kabe’nin yanında oturmaktan alıkoymazdı.
Kişinin
bu resim veya sözlerin yanında bulunuyor olması, onlardan hoşnut olduğu veya
onları yücelttiği anlamına gelmez. Kaldı ki bu şeyler toplumda insanların
istememesine rağmen genel bir musibet haline gelmiştir. Üzerinde tagutların
resimleri veya sembolleri bulunan para hemen her Müslüman’ın elinde ve cebinde
bulunmaktadır. (30 Risale s.167-172)
Lazım
ile tekfirin bu zamanda çok örnekleri vardır. Cahiller insanların tekfir
edilmeleri ve kanlarının ve mallarının helal kılınması için bunu bahane
etmiştir.
Biz
bu konuda bazı batıl örnekleri vermeye çalışacağız.:
a) Kim kimlik
veya pasaport çıkartırsa kâfirdir. Çünkü bu fiil kâfir rejimi tanımak onun
parçası olmak ona destek vermek ve yardım etmektir. (kimse kimlik
çıkartmazsa rejimin meşruiyeti kalmaz.)
Devletin
taguti kanunlarını tanımak ve o kanunlarla yargılanmak için taahhüt vermek aynı
şekilde murted rejimin sayısını çoğaltmak demektir.
b) Küfür
kanunlarıyla yönetilen bir ülkede yaşayıp o kanunlara karşı baş kaldırmayan
razı olmadığını göstermeyen cihad etmeyen herkes kâfirdir. Çünkü onun susması
razı olma alametidir. (usulde suskun bir kişiye bir söz isnat edilmez. Yani
bir kişinin suskunluğu razı olma veya razı olmama alameti sayılmaz).
Ancak
bu insanlardan hayatında tam bir usul kitabını okuyup onu anlayan birisini
bulamazsın ki.!!!!
Yine
hadisi şerifte Allah Rasulu (sav) inkâr derecelerinden söz ederek (elle,
kalple, dille) yanında söz olmasa da kalbin inkârını imandan saymıştır.(imanın
en zayıf derecesi)
c) Kâfir
rejime vergi ödeyen herkes kâfirdir. Çünkü vergi ödeyen kişi söz konusu rejime
mali yardım sağlamaktadır. (Mali yardım silah yardımı gibidir)
Kâfir
rejim ise bu para ile silah alıp ordusunu güçlendirmekte veya muvahhidlere
karşı olan savaşta bu paraları kullanmaktadır. Cezaevleri inşa edip
muvahhidleri içeri atmaktadır. Cumhurbaşkanına başbakana hakimlere savcılara
Müslümanlara işkence eden Müslümanların ırzına geçen TEM elemanlarına ve
askerlere taguti görevlerini yaptıkları için bu vergilerle maaş vermektedir.
İslam’a karşı muhalif eğitim kitapları basmak için para harcamaktadır....
vs.vs. (saymak için bir kitap yetmeyecek kadar olan şeyler) vergi ödeyen
kişiler bütün bu yapılanlara ortaktırlar. Tekfircilerden biraz fıkıh kitabı
okuyan kişi şöyle der: Burada ikrah davası batıldır. Çünkü kişi devlete vergi
ödetecek bir iş yapmak zorunda değildir. Mısır satsın!!
d) Kendisinden
büyük bir zulüm kaldırmak için olsa da taguti mahkemelere giden herkes
kâfirdir. Çünkü taguta muhakeme olmuştur.
Belki
onlara göre kafir rejimin inşa ettiği parklara gitmek de küfür olabilir. Çünkü
parka gitmek rejimi tanımak, yaptıklarına rıza göstermek, ona destek vermek
olabilir. Çünkü kimse bu parklara gitmezse rejim bir daha park yaptırmaz.
Halbuki rejimin park için kullandığı para Müslümanlardan gasp ettiği
paralardır.
Örneklerimizi
daha çoğaltabiliriz. Bu örnekleri tekfircilerin kitaplarında süslü ibarelerle
edebi üsluplarla ve boş, duygusal, hitabet türünden olan ifadelerle kağıda ve
mürekkebin parasına değmeyecek olan kitaplarında bulabilirsiniz.
Geniş
laflarla ve genel üslupla kimseyi tanımayan, büyük ifadelerle muhatabı
etkilemeye çalışırlar. Aynı zamanda konuyla alakalı olmayan veya manasından
saptırılıp yanlış anlatılan ayetlerle ve hadislerle yazdıklarını süslemeye
çalışırlar.
Bu
boş laflar ancak cahillere geçer. Bunlardan dolayı kanlar dökülür namuslar
helal kılınır. Mallar yağmalanır ve bütün ümmet cihadi hareketten nefret eder.
Böyle bir durum ancak Allah düşmanlarını sevindirir.
Şeyh
Makdisi şöyle der: Bizim yapmak istediğimiz sadece bu işin usulünü, kuralını ve
ölçüsünü belirlemek, delillerini ortaya koyamaya çalışmaktır. Hamasi
genellemeler, hakkın ortaya çıkması konusunda bir şey veremezleri susamış
kişinin su sandığı, ama yanına geldiğinde su değil, zehir olduğu hamasi sözlere
ve genellemelere ihtiyacımız yoktur.
Tağutun
tekfir edilmesini, onların inkar edilmesi konusunda şart olarak gören bazıları,
günümüz alimlerinin bazı genellemeleri dışında bu söyledikleri ile ilgili
hiçbir delil gösteremezler. Bu kişiler alimlerin sözlerinden yaralanırlar.
Ancak alimlerin sözleri delil olmayıp, delillendirilmesi gerekenlerdendir….
Şimdi
soruyoruz; tagutların tekfir edilmesinin, taguta ibadetten kaçınma ve onu inkar
etmenin sıhhatinin şartı olduğuna dair, Allah Tealanın veya O’nun Rasulu (sav)
in sözünde açık bir delil var mıdır?
Taguta
ibadetten kaçınma ve onu inkar etmenin İslam ın sıhhatinin şartı olduğuna dair
ittifak bulunmaktadır. Tagutu reddetmek ona ibadet etmeyi reddetmek, batıl din
ve şeriatını reddetmek, ona dostlukta bulunmayı ve destek vermeyi reddetmek
anlamında tagutu inkar, Müslüman’ın İslam’ının sahih olduğunu gösterir.
Allah
Teala kullarını müjdeleyerek şöyle buyurmaktadır; ’Taguta
kulluk etmekten kaçınıp Allah a yönelenlere müjdeler vardır.’(Zumer
17)
…..
Bu genelleme konusunda aşırıya kaçanlardan bazılarıyla bir ara münakaşa ettim
ve onlara aynı şeyi sordum. Kitap ve sünnetten buna açıkça delalet eden bir tek
delil gösteremediler. Delil olarak sadece Muhammed bin Abdulvahhab’ın sözlerine
dayandıklarını söylediler. (Yani bizim bahsettiğimiz bu gençler gibi
Bakara 256. ayetini delil olarak göstermemişler. Çünkü Şeyh Makdisi ile
münakaşa yapan insanlar Arap’tır. ‘KEFERA’ ile ‘KEFFERA’ arasındaki farkı
biliyorlar!!!!)
Bütün
bunlar, dinde hüküm verirken, kendisine göre hareket edilmesi gereken şeri
delillere bakmak ve onları anlamak ile öğrenilir. Hata yapma ihtimali daima
bulunan insanoğlunun sözleri ile dinde hüküm vermek doğru olmaz. Kişilerin
sözlerine dayanarak, dinde hüküm vermek ve bu sözleri ölçü ve kural olarak
kabul etmek doğru olsaydı, ibn Abdulvahhab ve Necid’li davet alimlerinin
sözlerine benzer, bir çok söz bulunabilirdir. ‘’Mecmuatu’t-Tevhid’’ kapsamında
yer alan ve ibni Abdulvahhabın kitapları arasında bulunan bir risalede, tagutun
manası hakkında söylediği sözde bu ifadeler arasındadır.
Bunları
bahsetmemdeki amacım, alimlerin sözlerinin kuran olmadığını, onların hatadan
masum olmadıklarını ve hiç şüphesiz hata yapabileceklerini, Rasulullah(sav)
haricinde onların veya başkalarının dinimizde hüccet niteliğinde olmadığını
açıklamaktır. Alimleri mutlak olan sözlerinin mukayyet olan sözleri ile tefsir
edilerek, mutlak olan ifadelerin mukayyet olana hamledilmesi gerekir. Bu onlara
ve kitaplarına iyilikte bulunmaktır. Onların mutlak olan sözlerinin Ehli Sünnet
itikadına göre anlaşılması Allah Tealaya karşı samimiyet ve ilmi emanetin
gereğidir. Çünkü bu alimlerin kitaplarını inceleyen herkesin bildiği gibi onların
yolu, tevhidi yüceltmeye, fazlasıyla izhar edilmesine destek olmaya, önemini
açıklamaya, gereklerinin yerine getirilmesine, vaciplerinin uygulanmasını
sağlamaya, şirkten şiddetle sakındırmaya, müşrikleri kötülemeye ve açık bir
şirk niteliğinde olmasa bile şu veya bu şekilde ona giden bütün açık kapıları
kapatmaya dayanmaktadır. Nitekim kendileri veya onlardan sonra gelen diğerleri
bu genellemelerin, muayyen kişiler hakkında uygulanması konusunda açıklama
yapma ihtiyacını duydular.…..
Bunu
yapanların tümü taassup ehlinden olan mezhepçiler veya kabirlere tapan
cahillerden ibaret değildir. Aksine aralarında İmam Şevkani (rh) gibi selef
alimleri de bulunmaktadır.
Şevkani(rh),
Muhammed ibni Abdulvahhab (rh) ve tabiileri için şöyle der:
‘Necidin
sahibinin devleti kapsamında olmayan ve onların emirlerini tutmayan herkesi
İslam dan çıkmış olarak görüyorlar.’(El-Bedru’t-Tali’ c.2 s.7)
Bundan
dolayı anlaşılmaktadır ki: Muhammed bin Abdulvahhab (rh) ve diğer alimlerin
sözleri hakkında tafsilatın yapılması ve ihtiyaca binaen kullandıkları bazı
mutlak tekfir veya tehdit niteliğindeki sözleri ile, muayyen kişiler hakkında
hüküm verilmemesi gerekir.
Ayrıca
alimlerin sözlerini Ehli Sünnet metodunun ışığı altında anlamak gerekir.
Özellikle Muhammed bin Abdulvahhab'ın menhecini bilen insanların, O’nun mutlak
ifadeleri hakkında hüsnü zan beslemeleri ve bu sözleri muayyen fertlere
indirgememeleri gerekir…
Dolayısıyla
bu, Allah Tealanın kullarından dilediğine hidayet olarak ve yoksun kalanların
kavrayamadığı bir anlayış ve fıkıhtır. Ayrıca bu anlayış gerek Şeyh Muhammed
bin Abdulvahhab(rh) ın kendisine olsun ve gerekse O’nun yazdıklarına olsun bir
iyiliktir. Bununla birlikte o beşerdir dolayısıyla da hatadan korunmuş
değildir. O’nun sözleri de diğer bütün alimlerin sözlerinde olduğu gibi delil
değildir ve kabul edilmesi için delile muhtaçtır. Hakka uygun düşen kabul
edilebilir, aykırı olan ise reddedilir.
Nitekim
diğer alimlerin sözleri incelendiğinde, onların da mukayyet olmayan mutlak
ifadeler kullandıklarını görürüz. Bunların bazısı şirki tamamen bertaraf etmek
ve ondan sakındırmak için mübalağa içeren sözlerdir. İnsan bu sözleri Ehli
Sünnet metodu ışığında değerlendirmez ise aşırıların seslendirdiği bazı şeyleri
söyleyebilir.
Ben
bu sözleri deneyimsiz olarak söylemiyorum. Çünkü ilim tahsiline başladığımdan
bugüne kadar Necid alimlerinin hemen hemen okumadığım hiçbir kitap kalmamıştır.
‘Milleti İbrahim’ ve diğer kitaplarımda, bu alimlerden bir çok
nakilde bulundum. Naklettiğim bazı sözlere açıklamalarda bulundum ve okuyucunun
dikkat etmesini istedim, bazı sözleri ise olduğu gibi bıraktım. Bu nedenle
tekfirde yapılan hataları, bizim söylediklerimizde çelişkiye düştüğümüzü
söylemlerimizden döndüğümüzü zannetmiştir. Halbuki bu gibi kişiler, tevhid
yolundan sapan veya hak ve gereklerini yerine getirmeyen bütün kişilere
şiddetle karşı çıktığımız ve tehdit ve müjdeyi mutlak olarak kullandığımız
ifadelerimiz ile, tekfiri muayyen kişilere indirgemek ve özellikle bunu
gerektirdiği özen, tafsilat ve dikkat konusunda söylediklerimiz arasındaki
farkı anlamamaktadırlar. Bunlar, alimlerin mutlak tekfir ile muayyen tekfir
hakkında söyledikleri arasında ayırım yapmadıkları gibi, her iki konu hakkında
bizim söylediklerimizde de ayırım yapmamaktadırlar.
Üstelik
Necid'li alimlerin kitaplarını okuduğum için biliyorum ki, açıklama ve tafsilat
gerektiren mutlak ile de bu iş sınırlı kalmamaktadır.
Bilakis
Süleyman bin Sehman Muhammed bin İbrahim Al’uş-şeyh gibi sonraki seçkin
alimlerden öyle genelleme ve ifadeler sadır olmuştur ki , onlara uymak veya
ölçüye uydurmak caiz değildir. Tehlikeli boyutta olması ve içerisinde mutlak
olan bir çok ifade barındırması sebebiyle dikkat edilmesi gereken ifadelere
örnek olarak, Amerika ve İngiltere nin dostu olan Abdulaziz'e muhalif olanlar
hakkında verilen fetvaları verebiliriz. Abdulazize karşı çıkan Duveyş Acman ve
beraberinde bulunan Müslüman kardeşlerden (İhvanı Muslim’in) olan
kişileri fiilen tekfir ettiler, murted olduklarını söylediler….
Hatta
onların tövbelerinin kabul edilip edilmemesi konusunda sorulan soruya
verdikleri cevapta; Abdulaziz’e karşı çıkan bu kişilerin, tövbelerinin kabul
edilmesi için Müslüman kardeşler cemaatiyle ilişkilerini tamamen kesme, bu
cemaatin fertlerinin kafir olduklarını açıkça söyleme, malı, dili ve canı ile
onlarla cihad etme şartını koştular. (Bkz. Ed-Duresus-Saniye c.7
s.330)
Dolayısıyla
bu aktarılanlar üzerinde gereğince düşünmek ve bunlardan ibretler çıkarmak
gerekir.ilim ehlinden de olsalar, kişilerin hatadan masum olmadığı ve
kitaplarının batılı bulundurabileceği ihtimali unutulmamalıdır. (30
Risale s.352-359)
Aynı
şekilde bu insanlar La ilahe İllallah’ın manasını bilmiyorlar diye onların
imanını kabul etmezler.
Bu
konuda Şeyh Makdisi şöyle der: Kardeşler bana şu şekilde itiraz
ettiler:
''Bedevi,
yaşlı kadın ve erkekler gibi avam halk sizin açıkladığınız şekilde şartlarıyla
manileriyle ve lazımlarıyla La ilahe illallah’ın manasını bilmek zorunda
mıdırlar ve bu şekilde La ilahe illallah’ın manasını bilmeyen avam halk kâfir
olur mu?
Dedim
ki: Allah’a hamd Rasulune salât ve selam olsun.
''Ne
bedevi, ne yaşlı erkek ve kadınlar, nede avam insanlardan hiç birisi bizim
beyan ettiğimiz şekilde ve âlimlerin kitaplarında ayrıntılı bir şekilde
açıkladıkları gibi La ilahe illallahın şartlarını, manilerini ve lazımlarını
yada ayrıntılı bir şekilde manasını bilmek zorunda değillerdir. Bunu İslam’ın
şartlarından saymıyoruz. La ilahe illallahın manasını bu şekilde bilmeyenlerin
kâfir olduklarını söylemiyoruz.
Bu
gibi avam insanlar ancak İslam’ın sıhhat şartı olan tevhidi gerçekleştirmek ve
şirkten uzak olmak zorundadırlar.
Allah
teala şöyle buyuruyor: ''her kim tagutu inkâr edip Allah’a iman ederse...''(bakara
256)
Tagutu
inkâr etmenin dereceleri vardır:
—Şartların
en yükseği, en muazzamı, İslam’ın en doruğu-zirvesi olan; Tagutu yıkmak ve
insanları onun ibadetinden uzaklaştırıp, yalnızca Allah’a ibadet etmeleri için
cihad etmektir. Bu derece Allah’ın emrini ayakta tutan Taifetul mansura
ehlinden olan mucahidlerin derecesidir. Allah’ın emri gelene kadar onlara
muhalif olanlar, onları yarı yolda bırakanlar, onlara zarar veremeyeceklerdir.
Dolayısıyla bu seçkinlerin yoludur. Biz insanların her birinin bu yolu
izlemesinin zorunlu olduğunu söylemiyoruz. Çünkü bu yolun ehli seçkinlerdir.
Allah bizi onlardan kılsın. (Allahumme ÂMİN)
—Derecelerin
en düşüğüne gelince, onsuz kişinin Müslüman olamadığı dereceden bahsediyoruz.
Bu derece ise, Allah Tealanın kendi haklarından saydığı ve bütün insanlığa farz
kıldığı Allah’a ibadet etmek ve tağutlardan sakınmaktır.
Allah
Teala buyuruyor ki: ''Biz her ümmete yalnız Allah’a ibadet etmeleri ve taguttan
sakınmaları için peygamberler gönderdik.(Nahl–36)
—Taguttan
sakınmak ise, ona yapılan her türlü ibadetten sakınmak onu ve ehlini dost
edinmekten sakınmakla olur. Bu şekilde kişi şirki ekberden kurtulmuş olur ve
hanif olur. Yani şirkten uzaklaşanlardan olur.
Kişi
her türlü şirkten sakınıp, tagutlara ve ehline yardım etmez ve yalnızca Allah’a
ibadet ederse, onsuz kişinin Müslüman olamadığı tevhidi yerine getirmiş olur.
Özellikle
avam halk, yaşlı erkek ve kadınların, tevhidin ayrıntılarını âlimlerin
kitaplarında açıkladığı şekilde manileriyle ve şartlarıyla ezbere bilmesinin
şart olduğunu söylemiyoruz.
Ancak
şart olan ve mühim olduğunu söylediğimiz şey, tevhidi gerçekleştirmek ve
anlattığımız tevhidi bozan unsurlardan herhangi birine düşmemektir. Tevhidin
aslını ve rükünlerini yerine getirip şirkten sakınırsa ve İslam’ı bozan
unsurlardan birini işlemediği sürece bize göre Müslüman’dır ve bugün yaşlıların
çoğu bu hal üzerinedirler. Keşke insanların çoğu onlar gibi olsalar. Çünkü
onlar (yaşlılar) bugün ilmi davet ve marifeti iddia eden kimselerin
çoğundan daha hayırlıdırlar.
Bu
sözün aynısını eski âlimlerimiz şöyle söylemiştir: ”kim yaşlıların dini üzerine
ölürse kazanmış olur”
Aynı
şekilde bu söz felsefeye, kelam ilmine, Allah azze ve cellenin sıfatlarının
teviline dalanlara söylenir. Bu gibi insanlar sükût edip kuran ve sünnete
akıllarını ve fasit tevillerini sokmadan mücmel bir şekilde iman etmiş
olsalardı, fıtrat ve yaşlıların yolu üzerine olurlardı.
Hukm-i
İman Mucmel iman:
Peygamber
(sav), bedevilerden ve onlar gibi avam halktan olan insanlardan şirkten beri
olmayı ve Allah’a ibadet etmeyi içeren mücmel imanı kabul ederdi. Onların
hiçbirisinden tevhidin şartlarını-bozanlarını ezberlemesini ve seçkin sahabelerin
bildiği gibi tevhidin şartlarını ve bozanlarını bilmeyi şart koşmazdı. Bu babda
Necidli adamın hadisi delildir.
Bu
adam İslam’ın rükünlerini, temellerini (erkânlarını) öğrendikten sonra
dedi ki; ”vallahi bunların üzerine ne fazla nede eksik yapacağım”
Peygamber(sav)
şöyle dedi: ”eğer doğru söylüyorsa felaha ermiştir”.
Aynı
şekilde cariye hadisi de buna örnektir.
Peygamber(sav)
ona şöyle sordu:”Allah nerededir” dedi ki “Allah
göktedir”
Peygamber(sav)
“peki ben kimim” dedi.
Cariye
“sen Allah’ın Rasulusün” dedi.
Daha
sonra Peygamber (sav) “o müminedir onu azat edin” buyurdu.
Bu
gibi hadisler şuna delalet etmektedir; Kim imanın alt derecesi olan yalnızca
Allah’a ibadet edip, şirkten ve İslam’ı bozan unsurlardan sakınırsa yani mücmel
imanı yerine getirirse o mümindir. Onun imanını sahih saymak için Peygamber
(sav)in yapmadığı şekilde şartlar koşmak caiz değildir.
Çünkü
Peygamber (sav) bizden daha fazla dine düşkün, bizden daha fazla takvalı
olandır ve şüphelerden de en fazla sakınandır. Allah’ın kitabında olmayan her
şart batıldır.
Bu
mücmel iman sahibi insanların imanı; fetvalarıyla küfür kanunları çıkarmaya
cevaz veren, tagutun askerleri gibi taguta yardım eden, tagutun dostlarına ve
kanunlarına sevgi gösteren ve kendilerini ilme ve davete nispet eden birçok
hocanın imanından daha hayırlıdır. Bütün bu işledikleri fiilleri davet,
maslahat, istihzan ve bozuk siyaset adına yaparlar. Şüphesiz ki bu fetvalarıyla
taguta destek çıkan insanlar ilim ve davet iddialarını bırakıp yaşlıların
dinine sarılmış olsalardı yani, açıkça batıl işlemekten mücmel imana sarılmış
olsalardı, bu onlar için daha hayırlı olurdu ve Allah katında daha mazeretli
olurlardı.
Bütün
bu anlattıklarımız tevhidi ve onun şartlarını-bozanlarını ve lazımlarını
bilmenin önemini azalttığımız anlamına gelmez.
Nitekim
Allah azze ve celle şöyle buyuruyor: “Bil ki Allah’tan başka İlah
yoktur”.(Muhammed 19) ve aynı şekilde Peygamber (sav) şöyle buyuruyor: ''Kim
Allah’tan başka ilah olmadığını bilir ve bu hal üzere ölürse cennete girer'' (Muslim).
Dolayısıyla
bir kişiye İslam hükmü vermek için tevhidi bozanlarıyla-şartlarıyla ayrıntılı
bir şekilde bilmeyi şart olarak koşmamamız; bunlardan yüz çevirmenin, boş
vermenin ve önemsememenin caiz olduğu anlamına gelmez.
Özellikle
yaşlı insanlar ve avam halktan olan bazı insanlar ömürlerini dünya işlerinin
öğreniminde geçirmiş, dolayısıyla tevhidi ve İslam’ın önemli konularını
öğrenmekte kusurda bulunmuş iseler; hiç şüphesiz ki bu ihmal ve kusurlarından
dolayı sorumludurlar. Ancak sorumlu ve günahkâr saymak bir
şeydir ve bu kusurlarından dolayı onları tekfir etmek bambaşka bir şeydir. Bu
gibi hallerde tekfir söz konusu değildir.
Ancak
kişi, İslam’ı açık bozan unsurlardan bir şey işlerse veya onun cehaleti,
kelime-i tevhidin manasını bilmeden kuru ve boş bir şekilde telaffuz edip,
“yalnızca Allah’a ibadet etmek ve şirkten sakınmayı” içeren muhtevasını
uygulamamaya düşürecek olursa tekfiri söz konusudur.
Ancak
bilinmelidir ki, dünyada sahibini koruyan hükmi İslam, yani yalnızca Allah’a
ibadet edip İslam’ı bozan unsurları işlemeyen kimseye verilen hükmi İslam;
Ahirette sahibini koruyacak olan hakiki İslam’dan farklıdır.
Hakiki
İslam ise; Ancak Allah’ın bileceği zahir olmayan İslam’dır. Dolayısıyla bizim
vereceğimiz hüküm ancak zahire bağlıdır. Kalpte olanları biz bilmeyiz. Kalpte
olanları ancak Allah bilir. (el-işraka s.3-4-5)
Aynı
şekilde bu konuda Şeyh Abdulkadir Müslüman ülkelerde yaşayan Müslüman
halkı toptan tekfir eden bidatçi haricilere cevap vererek şöyle dedi:
''Onların
şüphelerinden biri şudur:
''Bugün
hal değişmiştir ve insanlar bugün kelime-i şahadetin manasını bilmeden
söylüyorlar. Bundan dolayı onlara iman hükmü vermek için sadece kelime-i
şahadeti söylemeleri yeterli değildir. Şahadeti içeren nefy ve ispatın (tagutu
inkar ve Allah’a iman) manasını bilip bilmediklerini öğrenmek için
araştırmak lazım.
Bu
şartın şer’i bir delili yoktur. Bilakis Rasulullah (sav) ve sahabelerinin
ameline terstir, muhaliftir. Çünkü onlar İslam hükmü verme konusunda kelime-i
şahadeti ikrar eden kişinin bunu nasıl anladığını araştırmadan İslam hükmünü
vermekten geri durmamışlardır (Bilakis ikrardan sonra durmadan ve
araştırmadan İslam hükmü vermişlerdir).
Allah
rasulu (sav) şöyle buyurdu:
''Allah’ın
kitabında olmayan her şart batıldır'' (Buhari) ve yine
şöyle buyurmuştur:
''Kim
bizim amelimiz üzerinde olmayan bir amel yaparsa o amel reddedilir''(Muslim)
Yine
bu şartı koşanlara zatu envat hadisi problemli gelecektir. Çünkü Rasulullah
(sav) den zatu envat edinmeyi isteyenler onun kelime-i şahadete ters düştüğünü
bilmiyorlardı.
Bu
konuda doğru olan görüş şudur ki: Muslim de geçen
Osman (ra) ın hadisindeki gibi ''kelime-i şahadeti söylemek
ilim demektir.'' Ancak ihlâs, yakin vs. benzerleri La ilahe illallahın
sıhhatinin şartlarını bilmek ahirette sahibine yarayacak olan hakiki islamın
sıhhatinin şartlarındandır. Bu şartlar ise akide kitaplarında
zikredilmektedir....
Ancak
dünya hükümlerinde hükmi İslam kelime-i şahadeti nutuk etmekle sabit olur.
Bundan sonra kim dini konusunda kusurda bulunursa şartlarıyla birlikte kendi
kusuruna uygun küfür veya fasıklık hükmü verilir... Dolayısıyla hükmi İslam,
İslam’ın herhangi bir alametini göstermekle sabit olur. Lakin gerçek olarak
kelime-i şahadetin sıhhatinin kalan şartlarını yerine getirirse sahibine
ahirette yarar. Eğer sıhhatinin kalan şartlarını yerine getirmemişse sahibine
ahirette yaramaz.
Biz
ise bu kişinin söz konusu şartları yerine getirip getirmediğini araştırmak
zorunda değiliz. Ancak İslam hükmü verilir. Daha sonra kusurundan dolayı
muhasebe edilir.
Kanı
ve malı korumak, evlilik, mirasın sıhhati ve bütün dünya hükümlerinin ona bağlı
olduğu zahiri hükmi İslam ile Allah katında sevap, ceza ve bütün ahiret
hükümleri ona bağlanan hakiki İslam arasında ayırım yapmamaktan dolayı çoğu
insan hataya düşer.
İbn
Teymiyye (rh) şöyle der: İman ve küfür meselelerinde konuşanların çoğu
-bidatçilerin tekfir edilmesi için- bu konuyu fark etmemişlerdir. Zahir ile
batın hükmü arasında ayrım yapmamışlardır. Hâlbuki bu fark mütevatir nasslarla
ve malum icma ile sabittir. Hatta İslam dininde zaruretle bilinen
konulardandır. (Mecmu'ul feteva c.7 s.472 )
(el-
camii s.556)
Şeyh
Eymen Zevahiri Mısırdaki cihad cemaatinin emiri iken yazmış olduğu ''Cihadu't
Tavagit'' adlı eserinden alıntıdır:
Müslüman
toplumlarında Müslüman-Fasık-Kafir karışmaktadır. Hatta Müslümanların bile
amelleri karışmış ve fikirleri kirliliğe uğramıştır.Bu halk hakkında verilecek
hüküm Ehli Sünnetin muteber şeri hükümlerine dönmekle bilinir.Onlar ki:
-Kelime-i
şahadet, namaz, zekat, gibi İslam alametlerini gösteren kimseler Müslüman’dır.
Ta ki İslam’ı bozan bir eylemi gösterene kadar.
-Küfür
eylemini gösterenlerin ise haline bakarız.Onun hakkında cehalet ikrah veya
kasıtsızlık gibi şeri bir mazeret bulunmuyorsa hükmü küfürdür.Şeriatın gözünde
mazur olanları Allah’ın şeriatına dayanarak mazur görüyoruz.
-Biz
halinin bilinmesine ihtiyaç duyulanların dışında toplumun fertlerinin halini
araştırmayız (Takip etmeyiz). Ancak tagutun yardımcıları ve askerleri
delalete ve sapıklığa davet eden belamlar davetin önünde engel olan kimseler
bunlardan müstesnadır.
-Nikah
miras gibi gerekli durumlar dışında avam halkın ve insanların çoğunun
hükümlerini araştırmayız. Çünkü bu insanların ilacı İslam’i hükümeti kurmaktır.
Allah onu (İslam devletini) halkı ateşten koruyan bir kalkan ve kendi
rızasına ulaştıran bir yol kılmıştır.Ancak islami bir devlet olmadığı zaman
durumlar karışır. -Şeyhul İslam İbn Teymiyye (rh) Mardinin hakkında
verdiği fetvada bunu özetleyerek şöyle dedi:
''Müslüman’a
hak ettiği hüküm ile ve kaafire hak ettiği hüküm ile davranılır.''
Şeyh
Ebu Katade şöyle der: İslam küfür arasında bulunan toplum.Yani daha önceleri
İslam barış ve huzur memleketleri iken bugün riddet ve küfür memleketi haline
gelen beldeler.Bu ülkelerde yaşayan insanları şu kısımlara ayırmaktayız:
-Müslümanlar.....
-Asli
kafir ve murtedler.....
-Müslümanlardan
durumları gizli olanlar (zahiren Müslüman olduğu halde batınen Müslüman
oldukları bilinmeyenler): Bunlar yaptıkları bir takım ibadet ve amellerle
zahiren Müslüman oldukları bilinip murtedlerin koydukları kanunları inkar edip
etmedikleri bilinmeyen kimselerdir. Bunlar İslam’ı sahih olan Müslümanlar olup,
haklarında tereddüt etmenin bir anlamı yoktur. Çünkü Müslüman’ın sadece
kalbiyle kötülüğe karşı çıkması da bu kötülüğü reddetmenin derecelerinden
biridir.
Rasulullah
(sav) şöyle buyurmaktadır:
''Sizden
her kimse bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin. Eğer buna gücü yetmezse
onu diliyle değiştirsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğz etsin. Bu ise
imanın en zayıf derecesidir.(Muslim)
Bu
hadise göre kişi diliyle açık küfre karşı olduğunu ilan etmese bile, kalbinde
böyle bir inkar taşıma ve küfre razı olmama ihtimali bulunduğundan ayrıca
beraat-i asliye ve istishab-ı hal (kişinin suçsuzluğunun asıl olması)
söz konusu olduğundan dolayı bu kişinin Müslüman olduğuna hükmedilmesi
vaciptir. Ehli sünnet ile tevakkuf ve tebeyyün cemaatleri arasındaki fark
budur. Tevakkuf ve tebeyyun cemaatleri; batınen Müslüman olduğu bilinmeyen
kimsenin durumu ortaya çıkıncaya (tebeyyün) kadar hakkında herhangi bir
hüküm vermekten kaçınırlar(tevakkuf). Dolayısıyla kabir ibadeti
murtetleri dost edinme veya buna benzer tevhidi bozup kişiyi şirke sokan
herhangi bir fiil ile meşhur olmadıkları sürece cami imamları ve cemaatler
hakkında tevakkuf edilmez. (el-Cihad vel-İctihad s.126-127)
Şeyh
Ebu Katade başka bir yerde şöyle der:
Sağlam
fıtrat sahibi avamı Allah yolunda cihadın temel maddesi olarak kabul etmek
önemli ve zaruri bir noktadır. Allah’ın lütfüyle bu selefi cihad cemaati ile
tekfir cemaatleri arasındaki farklardan da birisidir. Çünkü bize göre
ümmetimizde bize göre asl olan İslam’dır. Şartları yerinde manileri olmayan
sarih bir küfür belirtisi görmedikçe kişi için al olan İslam’dır. Ancak
taşkınlığı tekfiri tevakkuf ve tebeyyünü savunan cemaatler bu sunni yol üzere
değillerdir. Onlara göre ümmetimizde asl olan küfürdür veya durumları iyice
netleşinceye kadar sübut edilmesi gerekir. Bu nedenle bunlar avamı İslam’a
davet edilmesi gerekenler olarak kabul etmektedirler. Selefiyye cihad
cemaatleri (yani bugün cihad eden mucahidler) ise avamı Müslüman olarak
kabul etmekte ve onları Allah yolunda cihad için yardımcı ve eğitilmesi gereken
kimseler olarak görmektedirler.
(El
cihad Vel ictihad s.288-289)
Şeyh
Ebu Basir şöyle der: İslam toplumlarında insanlarda asl olan İslam’dır ve bunu
hilafına (şartları yerinde manileri olmayan sarih bir küfür belirtisi)
bir şey izhar etmedikleri sürece Müslüman olduklarını söylüyoruz.
Şeyh
Makdisi şöyle der: Kafirlere olan düşmanlığın izhar edilmesi en mükemmel tavır ve
Taifetul Mansura ‘nın biri olsa da, bütün herkes ve özellikle de mustazaflar
için zaruri değildir. Sadece düşmanlığın kalpte olması için yeterlidir. Küfür
olan tevelli veya buna benzer İslam ı bozan sebeplerden birini işlemediği
sürece sadece takiyye sebebiyle insanları tekfir etmek caiz değildir. Çünkü
takiyye küfür olan muvalat türünden değildir.
Dolayısıyla
günümüz vakıası olan zayıflık halinin gölgesinde, genel olarak bütün
Müslümanlar için tagutlar ve onların destekçileri konumundakilere olan
düşmanlığın izhar edilmesini şart koşmak ve aşırıya kaçan bazı patavatsızların
yaptıkları gibi bunu izhar etmeyen kişinin muvahhit ve hatta Müslüman
olmadığını söylemek caiz değildir. Rasulullah (sav) döneminde, Mekke de imanını
gizleyen nice mu'minler bulunuyordu. Hatta Rasulullah (sav) bazılarına bunu
emretmişti.
Ebu
Zer (ra) ın Müslüman oluşu ile ilgili olarak Buhari de aktarılan kıssada,
Rasulullah (sav) in ona şöyle dediği rivayet edilir:
‘ Ey Ebu
Zer bu işi gizli tut ve memleketine dön. Ortaya çıktığımızı duyduğun zaman çık
gel.’(Buhari 3522)
Bu
alimlerin ve benzerlerinin söylediklerini, Allahu Teala nın düşmanlarına buğzu
ve düşmanlığını izhar etmenin, onlardan ve şirklerinden ilgiyi kesmenin önemini
vurgulamak maksadıyla 14 sene önce ‘Milleti İbrahim’ isimli kitabımda aktarmış
ve dipnotta şunları yazmıştım: ‘Burada kast edilen düşmanlığın aslı ise ifade
geneldir ve bu hali ile ele alınır. Ancak kast edilen, genel manadaki
düşmanlık, bunun ayrıntıları ve açığa vurulması ise kişinin İslam’ın aslının
yokluğuna değil, istikamet üzere olmadığını belirttiği söylenir.
Şeyh
Abdullatif in ‘misbahu’z –Zalam’ isimli kitabında bu konunun
ayrıntılı açıklamaları bulunmaktadır. İsteyen oraya müracaat edebilir. Bu
açıklamaların birinde şöyle der: ‘İmamın (Muhammed bin Abdulvahhab)
sözlerinden kafirlere olan düşmanlığını izhar etmeyen kişilerin tekfir
edildiğini anlamak, yanlış ve geçersiz olur…’
Günümüz
davetçilerinin çoğunun niteliklerini unuttuğu bu temelin önemini açıklamak
maksadıyla onların bu meseleyle ilgili olan sözlerini burada aktardık. Aslında
söz açıktır. Ancak bulanık suda avlanmaya çalışan bazı kişilerin, bizi
haricilikle suçlamalarına engel olabilmek için ilave açıklamada bulunmayı
istedim..’
Lutfu
keremi ve hidayetinden dolayı Allahu Teala ya hamd ediyorum. Bugün zincirler
içinde ve hapishanelerde yaptıklarımız, daha önce dışarıda ve rahat ortamda
yazdıklarımızın aynısıdır. Akidesini tepkisel olarak veya hapishanedeki baskı
ortamına göre belirleyenlerden değiliz. Allah’ım Ey İslam’ın ve Müslümanların
velisi! Seninle karşılaşıncaya kadar bize İslam üzerinde sebat ver! (30
Risale s.245-248)
Şeyh
Makdisi devamla şöyle der: -Yöneticilerin Küfrüne Karşı
sesiz kalmak Onların Küfrüne Razı Olmayı İfade eder. Gerekçesiyle Tekfir etmek
ve Mustazaf olma durumunu göz önünde bulundurmamak tekfir konusunda yapılan
çirkin hatalardan biri de; mustazaf olma durumunu göz önünde
bulundurmadan, kafir yöneticilere karşı sessiz kalma bulundukları makamdan
uzaklaştırılmaları için gereken gayreti göstermeme ve bu yöneticilere karşı
cihad amelini yerine getirmeme halinin, bu kafir yöneticilerden razı olmayı
gerektirdiği gerekçesiyle insanları tekfir etmektir. Ehli sünnet hakka uyar ve
yaratılana da merhamet eder. Alimlerimiz akait kitaplarında Ehli Sünneti
zayıfa merhamet etmeyen, hata kabul etmeyen, kimseyi mazur saymayan ve
Müslümanlara karşı katı davranan bidat ehlinden ayırmak için böyle
tanımlarlar.?
Boş
hamaset sahibi aşırılardan öyle kişiler bulunmaktadır ki; Müslüman halka
acımamakta ve kafir yöneticilerin musallat olması sonucu bugün her yerde genel
musibet halini alan mustazaflığı hiç mi hiç göz önünde bulundurmamaktadırlar.
Bunlar
Müslümanların güçlerinin yetmediği ile mükellef tutmaktadırlar. Bugün
Müslümanların yaşadığı memleketlerde egemen konumunda olan kafir yönetimleri
değiştirmek için cihad amelini yerine getirmeleri gerektiğini, aksi halde bu
yönetimlere sessiz kalmaları ve bunları değiştirme gayreti içinde bulunmamaları
gerekçesine binaen tekfir edileceklerini iddia ederler.
Haricilerden
olan Ezrakilerin sözlerinden biri de şudur: ‘Tagut yöneticilere karşı
savaşmayanlar, müşriktir.’
Bu
görüşlerine delil olarak ise Allah Tealanın şu ayetlerini aktarırlar:
‘Allah a ve
Rasulü ne yalan söyleyenler de oturup kaldılar.’(Tevbe
90)
‘‘Üzerlerine
savaş yazılınca içlerinden bir grup insanlardan Allah'tan korkar gibi yahut
daha fazla bir korku ile korkmaya başladılar da: ‘Rabbimiz savaşı bize neden
yazdın. Bizi, yakın bir süreye kadar ertelesen olmaz mıydı?’ dediler’’(Nisa 77)
Şüphe
yok ki iman zayıflığı ve hareketsizlik pek çok Müslüman da yayılmış bulunmaktadır.
Tagutların ve kafirlerin onların başlarına musallat olmasının birinci sebebi
budur. Ancak tekfirin tespit edilebilen ve açık olan sebepleri vardır. (30
Risale s.249-253)
NOT-1: Okulların
içindeki küfür akide konusunda çocuğunu gönderen kişi için cehalet söz konusu
olabilir. Bu konuyu cehalet bölümünde göreceğiz Biiznillah.
NOT-2: Çocuğu
okula göndermenin küfür olmaması, onun helal olması anlamına gelmez. Bilakis
söz konusu tagutun okulları bu zamanın en büyük fitnelerindendir. Söz konusu
okullardaki akidevi, ahlaki ve terbiyevi bozukluklar sayılamayacak kadar
çoktur. Çocuğu böyle bir okula göndermek onu ateşe atmak gibidir. Bu şüphesiz
büyük bir haramdır.(Tahrim 6).Bu konuyu ayrıntılı bir şekilde öğrenmek
isteyenlerin Şeyh Makdisi nin ''Fesat Medreseleri'' adlı güzel eserine
bakmalarını tavsiye ediyoruz.
NOT-3: Bazı
insanlar; ‘çocukları tagutun okullarına göndermek; küfür değildir desek,
insanlar hemen cesaretlenip çocuklarını hemen okula gönderir’ diyorlar.
İnsanların çocuklarını okula göndermemeleri için bunu sıkı tutarak, göndermenin
küfür olduğunu söylüyorlar.
Deriz
ki; Allah Tealanın dinine yapılan her muhalefeti sınıflandırarak bunlara uygun
isim (mekruh küçük/büyük günah küfür gibi..) ve ceza vermiştir.
Dinimizde bir eksiklik yoktur. Din tamamlanmıştır. (Maide 3)
Yukarıda
aktarılan söz yanlış bir sözdür. Onu söyleyen şeriatta sanki bir eksiklik
varmış gibi bunu tamamlamaya çalışıyorlar. bu küfre götüren tehlikeli bir
fikirdir.
Mesela
‘zina küfür değildir’ desek bazı cahil insanlar zina edebilir. Onlara ‘zina
küfürdür’ desek belki zina etmezler… ‘Zina küfürdür’ dediğimiz için bazı cahil
insanlar zinadan vazgeçerse; bu sözün doğru olduğu anlamına gelmez. Dolayısıyla
biz Allah’ın koymuş olduğu sınırları aşmayız… Dinimizi sahih nasslarla anlatırız.
Zaten Allah Teala isteseydi Cehennemi yaratmadan insanların bir günah dahi
işlemesini takdir etmezdi. Lakin çeşitli hikmetlerin gerçekleşmesi için bunu
takdir etti. Dolayısıyla, Allah ın dininin bir vasiye ihtiyacı yoktur.
Şeyh
Makdisi şöyle der: Allah Teala kitabında, şeriata olan muhalefet niteliğindeki
işlerin tamamının aynı seviyede olmadığını, bunlardan bazılarının küfür,
bazılarının fısk ve bazılarının da isyan türünden olduğunu bilmemektedir.
Allah
Teala şöyle buyurur: ‘küfrü fıskı ve isyanı da size çirkin göstermiştir.’(Hucurat
7)
Rasulullah
(sav) bazı günahların küçük günah türünden, bazılarının büyük günah türünden ve
bazılarının da kişiyi dinden çıkaran günah türünden olduğunu açıklamıştır.
…
Küfrün dereceleri bulunmaktadır ve bazıları bazılarından derece olarak daha
kötüdür. Dolayısıyla işlenmesi mekruh olan veya terk edilmesi müstehap olan
yada mubah olan bir sebebe binaen insanları tekfir etmek bir yana, bazı aşırıya
kaçanların yaptıkları gibi haram hükmünde olan sebeplere binaen bile insanları
tekfir etmek helal değildir. Küfür olan tevelli ile, haram olan müdahaneyi
birbirine karıştırmak da bu kabildendir. Şeriatın kendisinin belirlediği
yasaklar dışında başka yasaklara ihtiyacı yoktur. (30
Risale s.244)
NOT-4:
Şeyh Makdisi okulların fesatlarını ayrıntılı bir şekilde anlatan
yaklaşık 300 sayfalık bir kitap yazmıştır. İslam dünyasından çeşitli okulları
önek göstermiştir. Şeyh Makdisinin tekfir konusunda taviz vermediği herkes
tarafından bilinmektedir. Buna rağmen ne bahsedilen eserde ne başka eserlerinde
nede diğer alimler çocuğun okula gönderilmesinin küfür olduğunu söylememiştir.
Hatta getirdiği bazı örneklerde sanki Türkiye okullarından bahsediyormuş gibi
görülebilir. Hatta bazı okulların Türkiye okullarından daha kötü olduğu
görülüyor. Buna rağmen Şeyh Makdisi çocuğunu o okula gönderenleri tekfir
etmemiş onların eleştirirken bile haklarında sık sık Müslüman ifadesi
kullanmıştır.
Mesela
şöyle der: Küfrü tuğyanı ve fesadı aşikar olan devletlerin okullarına Müslümanların
çocuklarını göndermeleri gerçekten üzüntü ve esef verici bir durumdur. Müslümanların
bu okullardan alınacak kahrolası diplomaları, çocuklarının dünya ve ahirette
mutlu olmasından daha fazla önemsediğinin göstergesidir. Bundan daha vahim
olanı ise bazı Müslümanların, oğullarını hatta kızlarını dahi komünist Hindu
Hıristiyan yada laik hükümetlerin gözetiminde olan Hıristiyanların ve diğer din
düşmanlarının okuduğu okullara göndermeleridir. Tıpkı İslam a ve
Müslümanlara düşmanlığını açıklayan Rusya Amerika Avrupa devletleri yada
komünist ülkelerde yaşayan Müslümanlar gibi, mesela; Endonezya da
laik bir hükümet olmasına ve İslama düşmanlığını açıkça ilan etmesine rağmen
orada yaşayan Müslümanlar! , kızlarını Hıristiyan erkek hocaların ders verdiği
okullara gönderiyorlar. Sadece küçükken değil eğitimin bütün aşamalarında…
Ayrıca bütün okullarda Cakarta bölgesindeki ‘uyuşturucu masası’ müdürünün de
itiraf ettiği gibi öğrencilere her türlü uyuşturucu musallat oluyor, Müslüman
kız öğrencilerin tesettürlü giyinmesi yasaklıyorlar. Erkek spor öğretmenlerinin
önünde şort giymeyi mecbur kılıyorlar. İslam'a uygun giyinmekte ısrar eden
herkesin okuldan kaydını siliyorlar. Diyanet işleri bakanı kadınlar için İslam
a uygun bir şekilde giyinmenin vacip olmadığı yönünde fetva veriyor. Verdiği
fetva, kız öğrencilerine okul üniformasını giymeye teşvik etmek için İslam’i
eğitime muhalif din dersi kitaplarında yer alıyor? Bunlar gibi nice açık veya
gizli kötülükler…
Aslında
bu kötülüklerin bir tanesi bile Müslümanların bu okullara gitmesinin haram
olması için yeterlidir. Tüm bunlara rağmen Müslümanlar çocuklarını
sanki farzı Ayn’mış gibi bu okullara göndermekte ısrar ediyor. Bu
söylediklerimiz pek çok kimsenin umurunda bile değil. Bu kimseler kızlarını bu
gibi okullara göndermeye mani olmuyorlar. LA HAVLE VA LA KUVVETE İLLA BİLLAH ( Fesat
Medreseleri s.90-91)
Yine
Şeyh Makdisi; okullarda Taguta , Bayrağa saygı törenlerinden bahsederken şöyle
diyor:
Mesele
bu paçavranın sadece okulların bahçesi ve defter kitaplarda bulunması değildir.
Bununda ötesinde her sabah öğrencilerin bu putun önünde huşu içinde sessiz
ve sakin bir şekilde saygı duruşunda bulunması için belli törenler ve ayinler
düzenlemeye kadar varır. Bu kişinin üşendiği yada meşgul olduğu zamanlarda
terk etmesinde sorun olmayan kuşluk namazı misali tatavvu yada nafile gibi bir
şey değildir. Aksine okula gelen bütün öğrenciler için Farzı Ayn gibidir. Bu
törenin yapılmadığı sabah yoktur.öğrenciler bunu eda etmeden derse giremezler.
Herhangi bir öğrencinin üzerinden bu sorumluluk ancak ayakta duramayacak kadar
hasta olması yada aşırı yağmur nedeniyle bayrağın etrafında toplanmanın mümkün
olmadığı zamanlarda düşer.
Öğrenciler
sorumlu gözetmenler ve öğretmenlerin çoğu tarafından bu duruş sırasında sessiz
olmaları, milli marş ve krala selam bitinceye kadar hareket etmemeleri
konusunda uyarılır. Çoğu zaman en ufak bir hareket eden bile cezalandırılır.
Hatta bazı öğrenciler bu ayin sırasında başlarını yada başka bir yerlerini
kaşımaktan dolayı dövülürler.
Bunları
aktarmamızın sebebi tüm bu saygı ve hürmetle kastedilenin ; Allah’ın
indirdiğinden başka kanunlarla hükmeden , Allah’ın sınırlarını aşan murted
hükümetlere karşı saygı ve hürmet olmasıdır. Bayrak sadece hakim sistemin
sembolüdür. Bilindiği gibi bütün muvahhidlerden istenen; ister put ister kanun
ister taş ister anayasa ister hükümet ister güneş yada ay olsun bütün tagutları
inkar etmesidir. Bu ibadet ister ruku ederek saygı göstererek itaat ederek
vs. olsun fark etmez. Bir muvahhidin çocuklarına bunu öğretmesi bu şekilde
yetiştirmesi gerekir.
Çünkü
bu LA İLAHE İLLALLAH ın gereklerindendir. Muvahhid bir Müslüman’ın
vazifesi ise öncelikle bu fesat medreselerine çocuğunu göndererek onu bozguna
uğratmak yerine çocuklarına bu tagutlardan beri olması gerektiğini
öğretmesidir. Batıl olup kendisine saygı gösterilen her şeyde, bu temel
,ilkenin göz önüne alınması gerekir. Allah’a saygı gösterircesine saygı
gösterilen, Allah’ı severcesine sevilen bu bez parçasına saygı göstermemesini
emretmelidir. Ancak ne yazık ki günümüzde koyun sürüleri mesabesinde olan
insanların bir çoğu bu bez parçasına Allah’a gösterilmesi gereken saygıdan daha
fazlasını göstermektedir. (Fesat Medreseleri 94-95)
Tekfirde Sukut ve Tevakkuf Etme Meselesi:
Bu
zamanda gündeme gelen, araştırmacıları ve ilim talebesini meşgul eden meselelerden
birisi tevakkuf (tekfirde, İslam veya küfür hükmü vermede durma)
meselesidir.
Tevakkuf
ehli şöyle diyor: ‘ İnsanların durumu belli oluncaya kadar onlara ne küfür nede
İslam hükmü vermeyiz. Yani insanlara hüküm vermede sukut ederiz.
Onların
bir kısmı sukut etmekle birlikte insanların hallerini araştırıp, onları belli
bir akide üzerinde sınava tabii tutmayı şart koşmuşlardır. Bu insanlar onlara
doğru cevap verirlerse onlara İslam hükmü verirler. Cevap vermedikleri veya
kendilerine göre iyi cevap vermedikleri takdirde onlara küfür hükmü verirler.
Bunları
hepsi haddi aşmak ve aşırılıktandır. Aynı zamanda şeriatın naslarına ve
kurallarına muhalefet etmektir. Onlara reddiyemizi şu noktalarda
özetleyebiliriz:
1)
Tevakkuf ve sukut etmekle ve beynel menzileteyn (araştırana kadar ne küfür
ne İslam hükmü vermemek) nehy edildiğimiz aşırılıktandır. Selefi salihin
üzerinde olduğu akideye muhalefet olan bidat bir sözdür. Çünkü insanlar ya
kafirdir yada Müslüman dır. Bu ikisinin arasında sukut eden kişinin söylediği
gibi, ne kafir nede Müslüman diye bir mertebe yoktur.
Allah
Teala şöyle buyurur: ‘O, Allah ki; sizi yarattı kiminiz kafir kiminiz mümin oluyor. Allah
yaptıklarınızı en iyi görendir. (Tegabun 2)
2)
Sukut etmek ve beynel menzileteynle amel etmek (Ehli Sünnetten çok)
sapık mutezilelerin sözüne daha yakındır. Onlar beynel menzileteyn hükmünü
büyük günah işleyenlere vererek şöyle dediler: ‘O ne kafir ne de Müslüman dır.
Bu iki mertebenin arasındadır. Bu söz insanların ya kafir yada Müslüman
olduklarını açıklayan yukarıda ki ayete muhaliftir.
3)
Tevakkuf ehline şöyle denir: ‘Ne küfür nede İslam hükmü vermediğiniz bu kişiye
araştırmadan önceki sürede nasıl davranırsınız? Bu süre belki bir yıl belki
yıllar belki de ömür boyu sürebilir.
‘Müslüman
olarak ona davranırız’ derseler, ‘Müslüman olduğuna inanmadığınız halde ona
nasıl Müslüman muamelesi yaparsınız.’ deriz.
‘Onu
görmezden geliriz; ne kafir nede Müslüman muamelesi yapmayız.’ derlerse onlara
şöyle deriz: ‘Bu ne aklen nede şeran mümkün değildir. Çünkü insanların
birbirine ihtiyaçları vardır. Dolayısıyla kendi aralarında muamelede bulunmak
kaçınılmaz bir şeydir. Bu da birbirini tanımayı gerektirir.
Yine
aynı şekilde onlara şöyle deriz: ‘Başkalarının din ve akidesini bilmediğiniz
halde vela-bera akidesini nasıl dirilteceksin ki!?
Siz
bu insanların ne berayı gerektirecek akideyi taşıdıklarına nede velayı
gerektirecek akideyi taşıdıklarına inanmıyorsunuz!!!
4)
Tevakkuf ve araştırma akidesiyle amel etmek mümkün değildir. Beşeri güç ona
yetmez. Bir insan birbirlerinden uzak ve farklı ülkelerde yaşayan 1,5 milyar
Müslüman ın akidesini nasıl araştırabilir ki? Bu mümkün değildir. Dolayısıyla
İslam, kulları mümkün olmayan ve güç yetirilemeyen şeylerle mükellef kılmaz.
Allah
Teala ‘Allah kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemez’(Bakara
286)
‘Gücünüz
yettiği kadarıyla Allah’tan korkun, dinleyin, itaat edin’(Tegabun
16)
‘Biz kimseye
gücünün yettiğinden fazlasını yüklemeyiz.’(Araf 42)
5)
Kafiri Müslüman dan ayırt eden her birinin durumunu tespit eden metot nedir.?
denilirse; derim ki:
Metot
insanların yaşadıkları toplumlardır. Onlara verilecek hükümler yaşadıkları
toplumlara bağlıdır. Yaşadıkları toplumlar Müslüman ya da halkın çoğunluğu
Müslüman olan bir yerse; orada yaşayan insanlar Müslüman olmadıklarına karineler
ve alametleri izhar etmedikleri sürece onlara İslam hükmü verilir, Müslüman
muamelesi yapılır.
(Ebu
Basirin kitabının altına düştüğü dip nottur:
Genel
Müslüman toplum içerisinde, çoğunluğu kafir olan küçük bir topluluk
bulunabilir, köy kasaba gibi. Bu köyde yaşayan
halkın
çoğu Yahudiler Hıristiyanlar.. vb olabilir. O zaman bu küçük toplum, büyük
Müslüman topluluğun vasfını- hükmünü almaz. Bilakis fertlere muamele etme,
kimliklerinin tespiti gibi konularda bu toplum kafir toplumun hükmünü-vasfını
alır.
Buna
mukabil kafir toplumda, sakinlerin tümü ve çoğunluğu Müslüman olan bir
köy-belde bulunduğunda, onların fertlerine muamele etme, kimliklerini tespit
etme gibi konularda bu köy-beldenin halkı kafir toplumdan ayrı bir hüküm alır.)
Aynı
şekilde toplum Müslüman olmadığı, halkın genelinin şirk-küfür üzere olduğu
durumlarda, orada yaşayan insanlar Müslüman olduklarına dair karine-alametler
izhar etmedikleri sürece onlara kafir muamelesi yapılır ve kafirlerin hükmünü
alırlar. İşte kafirleri, Müslümanlardan ayıran ölçü ve metot budur.
Sahih
hadiste Peygamber (sav)
‘Hangi
İslam (davranış) en hayırlıdır.?
Yemek
yedirmen tanıdığına tanımadığına selam vermendir.’
(Muttefekun Aleyh)
Yani
Peygamber(sav) kendi toplumlarında yaşayan insanların Müslüman olmadıklarına
dair bir belirti göstermedikleri takdirde onlara selam verilmesini emrediyor.
Nitekim bir kimseye selam vermen, onu tanımama rağmen kendisine İslam hükmünü
verdiğin anlamına gelir. Çünkü selam ancak bir Müslüman a verilir.
Peygamber(sav) selam vermek için (tevakkuf ehlinin dediği gibi) tanımayı
şart koşmayı kıyamet alametlerinden saydı.
Sahih
hadiste peygamber (sav) ‘ Selamı yalnızca tanıdığına vermek, kıyamet
alametlerindendir.’
Başka
bir rivayette ‘kişi ancak tanıdığı kişiye selam veriyor.’ Yani onu
tanıdığı için selam verdi. Lakin onu tanımıyorsa selam vermez. Hadisten
anlaşılıyor ki; bu kötü ahlak kıyamet alametlerindendir.
Hadiste
şöyle geçer:
‘Ubey
bin Ka’b ın oğlu Tufeyl, Abdullah bin Ömer'e uğrar. Onunla birlikte çarşıya
giderler.
Çarşıya
gittiğimizde Abdullah bin Ömer in uğradığı her seyyar satıcı her dükkan sahibi
her fakir kimseye selam veriyordu.
Bir
gün Abdullah bin Ömer'in yanına gittim. O da beni çarşıya götürdü.
Dedim
ki: ‘Senin bir şey satmadığın mallar, fiyatları sormadığın, sohbet
eden insanlarla oturmadığın halde, çarşıda ne işin var? Otur burada muhabbet
edelim.
Abdullah
bana dedi ki: ‘Ey göbekli –Tufeyl göbekliydi- biz
ancak selam vermek için gidiyoruz. Gördüğümüz kimselere selam veriyoruz….(Edebul
mufret Sahihi)
İbn
Ömer (ra) tanıdıklarına ve tanımadıklarına selam veriyordu. Bilmeden zımmi
kafirlere de selam veriyordu. Sahih hadiste Abdurrahman bin Muhammed bin Zeyd
bin Cudan şöyle diyor:
‘İbn
Ömer Hıristiyana uğradı. Ona selam verdi; Hıristiyan da selamını aldı.
İbn
Ömere adamın Hıristiyan olduğu bildirildiğinde dönüp bana selamımı geri ver
dedi.’ (Edebul mufret Sahihi)
Böyle
bir şey selefin da başına gelmiş. Sebebi ise insanların yaşadıkları toplumlara
göre muamele ettikleri içindir.
Tabi
ki tersini ispatlayan karineler ispat edilmediği sürece bu böyledir.
Hadiste
şöyle geçer:
‘Ukbe
bin Amir el-Cuheni şekli Müslümana benzeyen bir adama rastladı. Adam ona selam
verdi. Oda ‘ve aleyke ve rahmetullahi ve berakatuhu’ diye cevap verdi.
Ukbe
bin Amirin hizmetçisi ‘o bir Hıristiyan dır’ dedi.
Ukbe
kalkıp ona yetişene kadar onu izledi ve şöyle dedi: ‘Allah’ın
rahmeti ve bereketi müminleri üzerinedir. Ancak sana ömür versin malını ve
çocuklarını çoğaltsın.’ (Edebul mufret Sahihi)
Hulasa
insanlara kendi yaşadıkları toplumlara göre hüküm verilir. Eğer toplum Müslüman
ise insanlara İslam hükmü verilir; Müslüman muamelesi yapılır. Tabi ki kişi
kafir olduğuna dair bir alamet izhar etmediği sürece bu böyledir. Eğer toplum
kafir ise onlara küfür hükmü verilir; kafir muamelesi yapılır; tabi ki kişi
Müslüman olduğuna dair bir alamet izhar etmediği sürece bu böyledir. Bu sebep
ve başka sebepler için şeriat darul küfürden darul İslam’a hicret etmeyi teşvik
etmiştir. (Ebu Basir Tekfir Kuralları 197-199 arası)
Yazılı ikrar ve Memurun Andı
—Küfür
İçerikli Metinleri İmzalamak :
Bazı
devletlerde memur olarak göreve alınacak insanlar söz konusu devletlerin küfri
kanunlarını tanıyacaklarına dair yazılı taahhüt veya andı imzalamak zorunda
kalmaktadırlar. Böyle bir metni imzalamak küfre düşürecek fillerden olma
ihtimali vardır. Bunu için başta tekfir olmak üzere hadler konusunda yazılı
ikrarın kabul edilip edilmediğini araştırmak gerekir.
Yani
kalbi niyet olmadan sırf küfri metne imza atmak küfri bir fiil midir değil
midir?
Özellikle
bunu yapan insanların çeşitli tevilleri vardır ve hocalarından fetva
almışlardır. Aynı zamanda bazı aceleciler, durumun fıkhi ve usuli boyutunu
araştırmadan ve selef âlimlerinin sözüne bakmadan onları (imza atanları)
toptan tekfir etmişlerdir.
Boşanma,
alışveriş gibi konularda fakihler, yazılı ikrarın kabulünde ihtilaf
etmişlerdir. Bazıları Hanefi ve Hanbelîler gibi belli şartlarla bunu kabul
etmişlerdir. Fakihlerden bunu kabul etmeyenlerde vardır. Böyle konulara yani
muamelat (akidler) meselelerine (kitap hitabet gibidir) meşhur
kuralı hamledilir. Ancak hadlere gelince durum farklı olur. Çünkü bilindiği
gibi hadler akitler gibi değildir. Zira akidlerde kul hakkı da vardır, kul
hakkını korumak için ihtiyatlı davranmak gerekir.
Ancak
hadlerde sadece Allah’ın hakkı bulunduğu için en ufak şüphe ile def edilir ve
müsamaha gösterilir.
Hanefiler
yazılı ikrar konusunda boşanma gibi akitlerle, hadler arasında açık ayrım
yapmışlardır. Birincide(akitlerde) bunu kabul ederken, ikincide(hadlerde)
bunu kesinlikle kabul etmemişlerdir.
Buhari
(rh) Hanefileri bu konuda eleştirmiştir. Buhari(rh) sahihinde şöyle demiştir:
''İnsanların
bazıları şöyle dedi: (yazmaktan dolayı) had olmaz ve lanetleşme olmaz.
Sonra yazılı boşanmanın caiz olduğunu iddia ettiler. Hâlbuki boşanmakla iftira
arasında fark yoktur'' (Buhari sahihi Talak Babı Lean bölümü)
İmam
Keşmiri (rh) şöyle der: Buhari'nin
sözünün hâsılı şudur ki: Ebu Hanife boşanma konusunda yazmayı kabul ediyor.
Ancak iftira konusunda kabul etmiyor... Boşanmak yazmakla kabul edilse de (kadının
yanında koca) onu inkâr ederse kabul edilmez. Yani o kabul kaza babından
değil diyanet babındandır. Buharinin iki konu arasında fark olmadığını iddia
etmesini kabul etmiyoruz. Nasıl fark olmaz ki. Zira iftira ve lanetleşme
hadlerdendir ve hadler boşanma gibi değildir. Şüphelerle kaldırılır. (Feyzul
Bari c.4 s.326)
Derim
ki Buhari (rh)'ın sözünden yazmayı, iftira ve lanetleşmede kabul ettiği
anlaşılıyor. İkisinde kul hakkı da vardı. Ancak riddet gibi sırf Allah’ın hakkı
olan hadlerde yazmayı kabul edip etmediği kesin değildir. Yine Buhari(rh)
burada dilsizden bahsetmektedir.
Fakih
Merginani şöyle der: Dilsiz bir kimse yazı yazdığı
yada açık bilinen bir işaret yaptığı takdirde onun nikâhı, boşanması, satması,
satın alması kendi lehine veya aleyhine kısas alınması caizdir. Ancak ne lehine
nede aleyhine had uygulanmaz. Çünkü uzak olan kişinin yazması, yakın olan
kişinin konuşması gibidir. Peygamber(sav) tebliğ görevini bazen ibaretle bazen
de kitabetle eda ettiğini görmedin mi?
Dolayısıyla
uzak kişi hakkında caizlik hükmü veren (onun konuşmasına ulaşamadığı için)
caizdir. Bu acizlik ise dilsizin hakkında daha açıktır ve daha gereklidir...
Hadlere gelince böyle bir şeye ihtiyaç yoktur ve onlar Allah’ın hakkıdır ve
şüphelerle kaldırılır...Hadlerle kısas arasındaki fark şudur ki; Had, bir türlü
şüphe içeren beyanla sabit olmaz. (Nasbur-Rayeh c.4 s.418)
Bu
alıntıdan şu anlaşılıyor kitap, hitabet gibidir kuralının alanı hadler değil
akitlerdir. En iyisini bilen Allah'tır.
Ancak
meselenin özü şudur, akitlerde olsa da yazılı ikrarı kabul edenler, niyetle
birlikte olmasını şart koşmuşlardır. Bu şart fakihlerin cumhurunun görüşüdür.
Şafiilerde
meşhur olan görüş şudur: Konuşan kişinin yazısı (boşanmak
konusunda) niyetle birlikte olsa da kabul edilmez.
İbn
Kudame (rh) şöyle der: Talakı niyet ederek kişi hanımının boş olmasını yazarsa
hanımı boş olur. Bu görüş Şabi, Nehai, Zuhri, Hakem, Ebu Hanife, Malik ve
Şafii’nin kabul ettiği görüştür. (Şafii’nin kendi sözüdür)
Şafii’nin
bazı ashabları ise boşanmanın vuku bulmayacağına dair başka görüş
bildirmişlerdir. (niyet etse dahi) Çünkü konuşabildiği halde boşanmayı
yazmıştır. Dolayısıyla işaret gibi talak vuku bulmaz... Eğer yazısını
güzelleştirmeye, ehlini üzmeye veya kalemini denemeye niyet ederse boşanma vuku
bulmaz...
Hiç
bir şeye niyet etmediyse burada iki rivayet vardır.
Birincisi.....
İkincisi: Boşanmak ancak niyet ile vuku bulur. Bu görüş, Ebu Hanife, Şafii,
Malikin sözüdür. Çünkü yazmak ihtimallidir. Yazan kişi kalemi denemek, ehlini
üzmek, yazısını güzelleştirmek için niyet etmiş olabilir. Dolayısıyla talakın
sair kinayeleri gibi niyet olmadan boşanma vuku bulmaz. ( el-
muğni c.10 s.118-119)
Derim
ki boşanma konusunda böyle ise hadlerde nasıl olur!!
Prof.
Dr. Vehbe Zuhayli şöyle der: Hanefiler ikrarı kabul etmek için
şu şartı koşmuşlardır...Bütün hadleri kapsayan şartlar şudur ki:....İkincisi
ikrarın nutuk ile olmasıdır. Yani kitabetle veya işaretle değil hitabetle ve
ibaretle olmalıdır. Dolayısıyla ikrar için dilsizin yazması ve işareti yeterli
değildir. Çünkü Allah Rasulu (sav) haddin sabitliğini mütenahi (en net-
açık) beyana bağlamıştır. Bu da ancak açık sözle olur.
Şafiiler
ise zina ile ikrar konusunda haddi ispatlamak için dilsizin işareti yeterlidir
derler.
(
el -fıkhul İslam ve edilletuhu c.7 s.5378)
Yazılı
ikrar ile ilgili fakihleri görüşünü aktardık. Bunlardan anlaşılıyor ki:
Aklı
başında ve Rabbinden korkan bir insanın, sırf imza atmakla insanları tekfir
etmesi düşünülemez.
Aynı
şekilde bu görevlere gelen insanların çeşitli tevilleri vardır. Onların çoğu hocalarından
fetvalar alıp şöyle derler: bu kağıdın üzerinde olan bir mürekkeptir hiçbir
etkisi veya zararı yoktur.
Bazıları
şöyle der: Söz konusu and, Allah adına değil namus ve şeref adına yapılan
yemindir. Böyle bir yemin batıldır. Onun şer’i bir itibarı yoktur.
Bazıları
ise şöyle der: Böyle bir and sahih olsa da hemen onu bozup kefaret vereceğini
söyler. Bu yemini bozmak niyeti ile ediyorum derler.
Yukarıda
izah ettiğimiz fıkhı görüşlerle birlikte belirttiğimiz şüphelerin bulunması
sırf bu andı içmek nedeniyle memuru tekfir etmekten bizleri alıkoymak için
yeterlidir.
NOT: Küfür
içerikli metinlere imza atmanın küfür olmaması, onun helal olduğu anlamına
gelmez. Biz burada imza atma meselesinin iman-küfür yönünü araştırıyoruz.
Tagutun bir parçası ve onun destekçisi ve yardımcısı olduğu bahanesiyle sırf
memurluk yapmanın küfür olduğunu söyleyenler ise umarız ki önceki bölümlerde
cevaplarını almışlardır.
Her
memur devletin bir parçasıdır ve devletin küfri sistemini ayakta
tutanlardandır. Çünkü memurluk görevini yapan kimse olmazsa devlet işlerini
yürütemeyip çökecektir. Diyen kişiler hakkında Şeyh Makdisinin görüşlerini daha
önce aktarmıştık. (.........sayfasına bakılsın)
Yine
bu konuyu daha iyi bir şekilde izah etmek için Şeyh Makdisinin şu sözlerini
aktarıyoruz:
Şeyh
Makdisi ye kâfir hükümette memurluk yapmanın hükmü sorulmuş ve şöyle cevap
vermiştir:
''Allah
Teala başta ibadet olmak üzere büyükte olsa küçükte olsa her şeyimizle taguttan
sakınmamızı bize emretmektedir. Bundan dolayı, içinde münker olmasa da tagutun
herhangi bir vazifesinde görev almamak gerekir.
Özellikle
insanları tağutları inkâr etmeye, ondan beri olmaya ve ondan sakınmaya davet
eden muvahhid hakkında en iyi en hayırlı ve en mükemmel hüküm budur.
Şer’i
hükme gelince deriz ki; Kâfir hükümetlerin görevinde yer alma meselesinde
ayrıntı vardır. Hepsinin küfür olduğunu söylemiyoruz, hepsinin haram olduğunu
da söyleyemeyiz.
Bu
konuda Buhari (rh) sahihindeki “icare” babında
rivayet ettiği şu hadis vardır.
(Bab
başlığı: Müslüman bir kişi Darul Harpte bir müşrikin yanında işçi olarak
çalışabilir mi?)
Habbab
(ra) dan dedi ki: “Ben demirci bir adamdım, el-As bin Vail için çalıştım. Bunu
için el-As bin Vailin bana borcu vardı. Alacağımı almak için onun yanına
gittim. Dedi ki: “Hayır vallahi Muhammedi inkâr edene kadar sana vermem...''
Bu
fiil Mekke'de idi. O zaman Mekke Dar'ul harb idi. Allah el-As bin Vail hakkında
ayet indirdi. Nebi(sav) bu olaya vakıf oldu ve bu fiili (Habbab'ın
çalışmasını) onayladı.
Hafız
ibni Hacer Fethul Bari de şöyle der: ''Musannif (Buhari)
caizliğin zarurete bağlı olması (olayın) müşriklerle savaş izni
verilmeden önce vuku bulması veya müminin kendisini zillete uğratmama emri
gelmeden önce olması gibi ihtimallerin bulunması nedeniyle Buhari caizliği
kesin bir ifade ile belirtmemiştir.
Daha
sonra ibn Hacer Muhallebten şu sözü nakletmiştir:
İlim
ehli (müşriklerin yanında çalışmanın) zaruret olmadığı sürece şu iki
şartla mekruh olduğunu söylemişlerdir:
1)Yapılan
işin Müslüman hakkında helal olması
2)
Çalışacak adamın patronuna Müslümanlara zarar verecek bir işte yardım etmemesi
Fakat
sonra ibn Hacer zimmet ehlinin yanında çalışmanın caiz olduğunu nakleder.
(
Fethul Bari c.4 s.452 )
Sonuç
olarak şöyle denir:
Bir
ihtiyaç ve zaruret olmadığı zaman müşriklerin yanında çalışmak mekruhtur. Tabiî
ki yapılan iş masiyet olmamalıdır. Biz her memurluğun veya vazifenin sadece
haram olduğunu söylemiyoruz.
Bilakis,
içinde tagutun batıl kanunlarına ve şeriatına bir tür destek veya yardım olan
yada söz konusu batıl şeriata katılım olduğu zaman bunu yapan kâfir olur...
İçinde masiyyet olanlar ise haram olur... İçinde ne küfür nede haram
olmayanlara ise mekruhluktan başka hüküm vermiyoruz. Mekruhluğun sebebi ise,
Tağutların Müslümanlara zulüm yapıp tagutların istediklerini yerine getirmediği
takdirde onun hakkını vermeyebilirler. Aynı şey sahabe Habbab(ra)ın başından
geçmiştir. Başka sebeplerde vardır. Onlarla (kâfirlerle) uzun zaman içli
dışlı olduğundan dolayı bir türlü sevgi ve dostluk oluşabilir, vela-bera Allah
için sevme ve buğz etme kişide bozgunluğa uğrayabilir. (el-Mesabihul
Munira s.2-3)
Şeyh
Makdisi bu meseleyi daha ayrıntılı bir şekilde 'Keşfun
Nikab an Şeriatil Gab'(orman kanunları) adlı
eserinde ele almıştır.
Bu
eserinde vazifelerden teker teker bahsetmiştir. Askerlik, polislik, devlet
güvenliği, muhtarlık, kaymakamlık, vergi tahsildarlığı, gümrük, postacılık,
elçilik, avukatlık, hâkimlik, savcılık, bakan ve milletvekili dahi çeşitli
görevlerin hükmünü anlatmış ve her birisine uygun şer’i vasıf vermiştir.
Devamla şöyle demiştir:
''Önceden
aktarmış olduğumuz delillerden hükümetlerin görevlerinde yer almak konusunda
önemli ayrıntılar vardır. Bunun bilinmesi kaçınılmaz bir fiildir. Bu
görevlerden sahibini İslam’dan çıkartmayan masiyet veya büyük günah olanlar
vardır. Bazıları ise kişiyi şirke ve küfre sokabilir. İçinde küfrün yasasına
saygı göstermek için and olan ve beşeri yasayı korumak için nöbet tutmak olan
görev ile vergi tahsilâtçılığı görevi bir değildir.
İçinde
yasanın kullarını ve taraftarlarını dost edinmek ve tağutla savaşan
muvahhidlere karşı onlara yardım etmek gibi fiiller bulunan ile bekçilik görevi
gibi değildir. Yine içinde taguta muhakeme olmak veya hükümlerini dürüstlükle
ve adaletle vasıflandırmak yada kanun koymak gibi fiiller bulunan görev ile
içinde onu helal kılmadan faiz bulunan görev bir değildir.
Bu
görevlerde bulunanlar şirke, günaha ve harama girmektedirler. Herkes kendi
durumuna göredir. Şüphesiz ki onlar arasında inatçı, müşrik, sapık, fasık ve
tevil sahibi cahiller vardır. Bu insanlardan bazılarında durumların karışık ve
gizli olması nedeniyle cehalet sahibi mazur olanlarda vardır. Diğerleri ise
durumun açık ve meşhur olması nedeniyle cehaleti mazur görülmez. Bunu için
ayrıntılı davranmak kaçınılmaz bir şeydir. İlim talebesi 'bu şirktir veya
küfürdür' sözü ile 'falan müşriktir veya kafirdir' sözü arasında
olan farkı bilir.
Biz
bu konuları ele alırken maksadımız; muayyen kişilerin kafir veya Müslüman
olmalarını ayrıntılı bir şekilde araştırmak ve meşgul olmak değildir.
Maksadımız Müslümanlara nasihat vermek ve bu aslın şirkinden uyarmaktır....
Sonra
hükümet görevlerinde memurluk yapma hakkında şu kuralı söyledi. ''son olarak
hükümetlerin bel’amları, yasanın kulları ve hizmetçileri; bütün görevleri ve
meslekleri haram kılmakla ve işsizliğe vb. şeylere davet etmekle bizleri itham
etmemeleri için İbn Hacerin naklettiği şu şartları aktarıyoruz.
1)Yapılan
işin Müslüman hakkında helal olması
2)çalışacak
adamın patronuna Müslümanlara zarar verecek bir işte yardım etmemesi
Başkası
3. şartı da ekledi: Görevde Müslüman zillete düşmemelidir.
(
Keşfun-Nikab an şeriatil Gab s.105-123)
Askerlik Meselesi
Küfür Söz ve Küfür Fiilin İşlenmesine Ruhsat Veren Muteber ikrahın Şartları:
İbn
Kudame(rh) şöyle der: 'Kim küfre ikrah edilip küfür sözünü söylerse kafir olmaz.
Bu
görüş Malik, Ebu Hanife, ve Şafiin görüşüdür....
Delili
ise: 'Kalbi iman ile dopdolu olduğu halde küfre zorlanan kimse dışında (Nahl
106) ve hadisi şerifte şöyle geçmektedir:
'Müşrikler
Ammar(ra) istedikleri sözü söyleyene kadar onu dövdüler. Sonra Ammar (ra)
ağlayarak Peygamber (sav)e geldi. Peygamber (sav) ona dedi ki 'Aynısını
yaptıklarında sende aynı şeyi yap'.
Başka
bir hadiste Peygamber(sav) şöyle buyurmuştur: ”Ümmetimin
üzerinden 3 şey kaldırılmıştır: Hata yapmak, unutmak, zorlanmak (ibn
Mace)
Çünkü
ikrara zorlandığı gibi burada haksız bir söz söylemesine zorlanmıştır.
Dolayısıyla (küfür) hükmü sabit olmamıştır....Böyle bir kişinin kafir
olmadığını söylediğimiz halde ikrah durumu ondan kalkar kalkmaz İslam’ı
göstermesi emredilir.
İslam’ını
gösterirse İslam hükmü hakkında kalır. Küfrü gösterirse küfür kelimesini ilk
söylediği andan itibaren kâfir sayılır. Çünkü onu ilk söylediğinde kalbi küfre
açıkken ve kendi isteğiyle söylediğinin kanaatine vardık.
Kişi
kâfirlerin elinde esir bağlı ve korku halinde olduğu zaman, bir beyyine ile
küfür sözünü söylediğini bilirsek murted olduğuna dair hüküm verilmez. Çünkü
ikrah durumu altında olduğu açıktır. Ancak bu kişinin küfür sözünü söylediği an
güvende olduğunu söyleyen şahitler olursa murted hükmü verilir.
(el-Mugni c.12 s.125-126)
Yine
ibn Kudame şöyle der: Kişi ancak dövmek, boğmak, ayağı sıkmak vb.
türde işkence gördüğü zaman mükreh olur...Tehditle birlikte dövmek, boğmak
..vb. işkenceler gördüğü zaman problemsiz (hanbelilerde ihtilaflı)
olmadan mükreh sayılır.
Delili
ise: Ammar(ra)ın hadisinde peygamber (sav) gözyaşlarını silip ona dedi ki:
Müşrikler seni alıp, başını suya daldırdılar sana Allah’a şirk koşmayı
emrettiler sen bunu yaptın. Bir daha bunu yaparlarsa sende aynısını yap. (Ebu
Hafs kendi isnadıyla bunu rivayet etmiştir.
Ömer(ra)
şöyle demiştir: Kişiyi aç bıraktığın, dövdüğün veya bağladığın zaman güvenli
sayılmaz. (Abdurrezzak-Beyhaki) Bundan anlaşılıyor ki bir fiilin
bulunması gerekir. Tehdit tek başına yetmez.
Bir
fiil bulunmaksızın tek başına tehdit hakkında ise Ahmed’den iki rivayet vardır:
Birincisi ikrah değildir. İkincisi tek başına tehdit ikrahtır. İbn Mansur'un,
Ahmed’den rivayet ettiğine göre ikrahın sınırı katledilmekten ve şiddetli
dövmekten korkmaktır.
Bu
görüş fakihlerin çoğunu görüşüdür. Ebu Hanife ve Şafii’ninde görüşü budur.
Çünkü ikrah tehditle olur. Zira kişi mecbur edildiği şeyi yaptığı takdirde
önceki işkence def edilmiş olmaz. Böyle bir fiil yapmasına ruhsat veren sonrada
yapılacak işkencenin kalkması olasılığıdır. İşkenceyi gören kişi hakkında ikrah
durumunun sabit olması başkasının (yani sadece tehdit edilenin) hakkında sabit
olmasını da nefy etmez.
Ömer
(ra)'dan şöyle rivayet edildi: Bir kişi kendisini ipe bağlayıp
bal toplamak için bir vadi üzerinde astı. Hanımı ipin yanında durdu ve dedi ki:
Ya
beni üç kere boşarsın yada ipi keserim.
Adam
ise ona Allah’ı ve İslam’ı hatırlattı.
Hanımı
dedi ki yapmazsan vallahi keserim.
Adam
onu üç sefer boşadı. Ömer (ra) ise hanımını ona geri verdi. (Beyhaki
Said bin Mansur Müsnedinde rivayet etmiştir. Hafız ibni Hacer dedi ki:
senedinde kopukluk var ve zayıf bir ravi vardır.) Bu
rivayette ise sadece tehdit vardır.
İkrahın
üç şartı vardır:
1)
Kudret sahibi yada güç sahibi bir kişi tarafından gelmelidir.
2)İkrah
durumunda olan kişi söz konusu (küfür) fiili işlemediği takdirde, tehdit
edildiği şeyin gerçekleşmesini galibuzzanla bilecektir.
3)
Tehdit edilen şey ciddi zarar verici olmalıdır.
Örnek:
öldürmek, şiddetli dövmek, uzun hapis ve uzun süre bağlı kalmak. Sövmek ve
hakaret etmek ise ihtilaf olmadan ikrah değildir. Aynı şekilde az bir malın
gaspı ikrah değildir. Basit zarar ise etkilenmeyen kişi hakkında ikrah
değildir. Söz konusu kişi kavminde şeref değer ve ün sahibi kişi ise
uğrayabileceği basit zarar kavminin arasında onun seviyesini düşürecekse;
normal insanlar hakkındaki ağır dövmek gibi sayılır.
Kişi,
oğluna işkence yapmayla tehdit edilirse ikrah olmayacağı söylendi. Çünkü zarar
kendine değil başkasına gelecektir. Ancak ikrah sayılması daha evladır.
(el-Mugni
s.103-106)
Prof.
Dr. Vehbe Zuhayli şöyle der: Hanefilere göre ikrah iki
bölümdür. Birincisi mulci (zorlayıcı) ikrah veya tam ikrah, ikincisi ise ikrahı
gayri mulci (zorlayıcı olmayan) veya nakıs ikrahtır.
Mulci
ikrah: Kişinin kudretini ve seçme hakkını tamamıyla ortadan kaldıran
zorlama demektir. Kişinin nefsine veyahut azalarından herhangi birisine
gelebilecek bir zarar ile tehdit edilmesi halinde söz konusudur. Diğer bir
deyişle mülci ikrah; ölüm, bir organın kesilmesi, nefsi veya azaların birisini
telef edecek dövme ile meydana gelen ikrahtır. Dövmenin az veya çok olması şart
değildir.
Gayri
mulci ikrah: Dövme yada hapsetme gibi nefsi veya azaların birisini telef
etmeyecek kadar sadece gam ve elemi gerektiren şeylerle vuku bulan ikrahtır.
Hükmü ise rızayı ortadan kaldırır ve ihtiyarı (seçmeyi) bozar.
Hapsetmek, bağlamak, dövmek yada malın bir kısmını telef etmekle meydana gelir.
Hanefi
âlimleri buna ek olarak üçüncü bir ikrah çeşidi getirmişlerdir. Rızanın
bütünüyle ortadan kalktığı ancak ihtiyarın ortadan kalkmadığı, kişinin kız
kardeşi yada yakın akrabasından birisine yönelik hapsetme ve buna benzer bir
şeyle tehdit edilmesine edebi ikrah denir. Hanefilerden Kemal ibni Humam’ın
dediği gibi böyle bir zorlama kıyasen değil istihsanen şer’i bir ikrahtır. Zira
kişinin akrabalarından birine olan eziyet kendini hüzünlendirmekte, sanki kendi
üzerinde bir zorlama oluşturmaktadır.
Her
ikrah iddiası, sahibinden kabul edilmez. Bunun kabulü için İslam âlimleri ikrahın
şartlarını saymışlardır.
Şöyle
ki:
1)
Tehdit eden kişi, tehdidini yerine getirecek güçte olmalıdır.
Şayet tehdit eden kişi bu tehdidini yerine getirecek bir güce sahip değilse
tehdit boşa gider.
2)
Tehdit edilen kişinin zorlandığı işi yapmadığı takdirde tehdit
sahibinin tehdidini yerine getireceğine galibuzzanla inanması gerekir.
3)
Tehdit edilen kişinin kaçmaktan, karşı koymaktan ve yardım
talebinde bulunmaktan aciz olması gerekmektedir.
4)
Yapılan tehdit; canın, malın, azaların telefi, anne, baba, eş,
kardeş gibi yakın akrabanın hapsedilmesi gibi kişinin rızasını bütünüyle
ortadan kaldıran bir tehdit olması gerekir. Bu şart insanların haline göre
değişebilir. Bazı insanlar ağır bir sözden üzüntüye gamma düşebilir. Bazı
insanlar ise ağır bir dövmekle gamma düşebilir.
5)
Zorlanan kimse, üzerinde zorlandığı fiili yapan kişi olmamalıdır.
İçki içmeye zorlanan kimse önceden içki içen olmamalıdır.
6)
Yapılması istenen şey, tehdit edilen şeyden tehlike itibari ile
daha ileride olması gerekir. Yani bir kimse başkasının malını telef etmekle
zorlansa ve bunu yapmadığı takdirde bir tokat atılacağı tehdidi ile zorlansa bu
ikrah olmaz.
7)
Yapılması için zorlandığı fiilin kendisi ile tehdit edildiği işten
kurtulmayı sağlaması gerekir.
8)
Tehdit edenin tehdidini acilen yerine getirmesi gerekir. Eğer
tehdit edilen şey gelecek zamanda vuku bulacaksa bu durumda ikrah sahih olmaz
Çünkü böyle bir gecikme durumunda başkasından yardım dilemek suretiyle tehdit
edildiği şeyden kurtulma imkânı vardır. Bu şart Cumhurun şartıdır. Malikilerin
görüşü ise, tehdit edilen şeyin acil olması gerekmiyor. Korkunun acil olması
gerekir. Zuhayli benim takdirimde raci' olan görüş budur der.
9)
Zorlanan kimsenin, zorlandığı şeyden fazlasını yapmak suretiyle
muhalefet etmemesi de ikrahın şartlarındandır.
Vehbe
Zuhayli, ikrahın şartlarını saymaya devam eder. Bu şartlar küfür ile
alakalı olmadığından burada almayacağız.
-İkrah
ile birlikte ruhsat verilen hissi tasarruflar: Kalbi
imanla dolu olmakla birlikte sadece dil ile küfür sözü söylemek, yahut Muhammed
(sav)e kötü söz söylemek veya haç işaretine karşı namaz kılmak, Müslüman’ın
malını telef etmek gibi işlerdir. Bu gibi davranışlar mubah olmaz. Ancak mulci
(tam) ikrah altında bunları yapmaya ruhsat vardır. Eğer ikrah altında
olan kişi öldürülünceye kadar bunları yapmayacak olursa cihad ecri gibi ecir
alır. Şayet nakıs ikrah olursa ruhsat yoktur. Kalbi imanla dolu olsa da
küfrüne hükmedilir.
Bu
Hanefiler ve Malikilerin görüşüdür. Önceden belirttiğimiz gibi Şafiiler,
Hanbeliler ve zahiriler nakıs ikrah halinde de küfür sözü söylenmesine ruhsat
verirler. Çünkü İslam’ın başlangıcında ikrah hadiselerinin çoğu nakıs ikrah
niteliğindeydi. Zuhayli derki: Bence iki görüş arasında raci olan görüş budur
ve bu ihtilaf haç işaretine karşı namaz kılmaya veya puta karşı secde etmek
konusunda da geçerlidir.
—Malikilere
göre açık küfür sözünün söylenmesine ruhsat veren ancak öldürülmekle tehdit
etmektir. Dolayısıyla bir azanın kesilmesinden korkmayı dinde küfür sözünü
söylemek için ikrah saymazlar.
Şuna
da dikkat etmek gerekiyor ki; ikrah halinde küfür sözünü söylemekten imtina
etmek daha efdaldir.
Delili
ise: Museyleme'tu'l Kezzabın iki sahabeyi yakalayıp onları küfre zorlama
hadisi...
-İkrah
halinde Peygamber (sav)e kötü söz söylenmesine ruhsat veren delil:
Ammar(ra)
ın hadisidir. Ammar(ra) Peygamber (sav)e dedi ki; Sana
sövene kadar beni bırakmadılar.
Peygamber(sav)
şöyle buyurdu: Tekrar sana aynısını yaparlarsa sende aynısını yap.
(Hakim
bu hadisi rivayet etmiştir. Bu hadis Buhari ve Müslim’in şartına göre sahihtir
der. Beyhaki el-marife kitabında Ebu Nuaym el-Hilye kitabında Abdurrezzak
Musannefinde ve İshak ibni Rahovey Müsnedinde bu hadisi rivayet
etmişlerdir.Nasbur-Rayeh c.4 s.158) (El-Fıkhul islam ve edilletuhu c.6 s.4432
ve sonrası)
Sonuç
olarak; bir kimse gayri mulci bir hal altında küfür kelimelerini telaffuz
ederse Şafii, Hanbeli, Zahiri ve bazı Hanefi âlimlerine göre murted olmaz. Zira
ikrah ayetinin zahiri umum ifade eder.
Ayrıca
Rasulullah (sav) “Ummetimin üzerinden üç şey kaldırılmıştır. Hata yapmak,
unutmak, zorlanmak” buyurmaktadır.
Dikkat
edilirse hadiste geçen ikrah lafzı genel bir ifadedir. Tahsis edilmesi için bir
delile ihtiyaç vardır. İbn Mesud(ra) şöyle der:
''Güç
sahibi bir kimse beni konuşmaya zorlarsa onun kamçısından kurtulmak için her
şeyi söylerim. Bu bir kamçı dahi olsa.”
İbn
Hazm (rh): “Bu sahabelerin hepsinin görüşüdür” der. Prof. Dr. Zuhayli Fıkhul
İslam adlı eserinde konu hakkında tüm görüşleri zikrettikten sonra cumhurun
görüşünü tercih eder.
Kurtubi
Tefsirinden Nahl 106’dan özetlenerek:
İlim
ehli icma ile öldürüleceğinden korkacak kadar küfre zorlanan (ikrah olunan)
kimsenin kalbi imanla dolu olduğu halde küfür işlerse günahkâr olmayacağını
hanımının ondan bain (boş) olmayacağını ve hakkında küfür hükmü verilmeyeceğini
kabul etmişlerdir. Malikin, Kufelilerin ve Şafii’nin görüşü budur.
İkrah
dolayısıyla ruhsatın yalnız söze munhasır olduğunu kabul edenler ibn Mesudun şu
sözünü delil getirirler. ”Otorite sahibi bir kimsenin bana vuracağı iki
kamçıyı önleyebilecek ise söyleyemeyeceğim hiç bir söz yoktur.”
Burada
ibn Mesud ruhsatı söze münhasır olarak dile getirmiş, davranıştan söz
etmemiştir. Ancak ibn Mesud'un bu sözünde delil olacak taraf yoktur. Çünkü
burada sözün misal olarak zikredilmiş olma ihtimali vardır ve o fiilinde aynı
hükümde olduğunu kast etmiş olabilir.
Muhakkik
ilim adamları şöyle demişlerdir:
Zorlanan
kimse küfrü gerektiren sözler söyleyecek olursa bu sözleri ancak kinayeli
ifadelerle söylemesi caiz olur. Çünkü bu gibi kinayeli ifadeler kullanmak suretiyle
yalandan kaçıp kurtulma imkânı vardır. Bu şekilde söylenmeyecek olursa kişi
kâfir olur. Çünkü zorlanmanın kinayeli ifadeler üzerinde herhangi bir etkisi
söz konusu olmaz.
İlim
adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir:
Bir
kimse küfür üzere zorlanıpta ölmeyi tercih edecek olursa Allah nezdinde ruhsatı
tercih eden kişiden daha büyük ecir alır.
en-Nehai
der ki: Zincire vurup bağlamak ikrahtır, hapse atmak ikrahtır. Malik'in görüşü
de budur. Ancak Malik şöyle der:
Korkutucu
bir tehditte ikrahtır. Velev ki bu haksızlık yapan kimsenin zulmü tahakkuk
ettiğinde ve tehdit ettiğini yerine getirdiğinde bu korkutma gerçekleşmese
bile. Ancak malik ve mezhebine mensup ilim adamlarına göre dövme ve hapsetmenin
belli bir süre ile sınırlandırılması söz konusu değildir. Bu acıtacak kadar
dövme ile sınırlandırılmıştır. Hapis ise zorlanan kimsenin sıkıntıya düşeceği
ve darlanacağı süre ile tahdit edilmiştir. Yine Malike göre sultanında (devlet
yöneticisinin de) başkasının da zorlamaları bir ikrahtır. (Kurtubi
tefsirinden Nahl 106 Özetlenerek aktarılmıştır.)
Şeyh
Makdisi şöyle der: Tekfir konusunda, gönüllü veya sabit tagutun askerleriyle;
kendisini sıkıntı, zorluk ve askerlikten kaçanların üzerinde olan hapis
korkusundan kurtarmak için mecburen asker olanlar arasında ayrım yapıyoruz.
Çünkü Allah’ın ve şeriatının düşmanları askerlik meselesinde halkı gelir,
yaşam, yurt dışına çıkmak, taşınmak gibi konularda sıkıştırırlar ve kişinin
askerliğini yaptığını ispat eden belgeler aracılığıyla muamele yapmaktadırlar.
Bunun sebebi insanları tagutların sevdiği şekilde yürütülmeleri, onlara ve
batılına teslim olmaya mecbur etmeleridir. Dolayısıyla bu konuda ikrahı hüccet
olarak gösterirler. Hâlbuki küfür kelimesinin söylenmesine veya küfür fiili
işlenmesine âlimlerin koşutları gerçek ikrahın şartları genel olarak bu
meselede gerçekleşmemektedir.
Şeyh
Makdisi ikrahın şartlarını zikrettikten sonra şöyle dedi:
Gerçek
ikrah olmaksızın bir Müslüman’ın herhangi bir şekilde tagutların askerlerinden
olmasının ve onlara dostluk ve yardım göstermesinin caiz olduğunu söylemiyoruz.
Bu askerlerin durumu geçek ikrah şartlarını gerçekleştirmemektedir. Ancak böyle
bir durumda olan kişi askerliği isteyen sabit bir asker olmadığına göre
tagutların taraftarları ve orduları gibi olmamıştır. Bunun için İslam’ın ve
tevhidin aslını sahiplenip taguttan beri olanları, istemeyerek ve zorunlu
olarak askerliğe katıldıkları ve bu ordunu tekfir ettiğimiz küfür sebeplerini
işlemedikleri takdirde onları tekfir etmiyoruz.
Özellikle
halkın çoğu şer’i ikrahın şartlarını bilmiyor ve küfür sözünü söylemekle başka
bir fiil işlemek arasındaki fark konusunda ikrah şartlarını bilmeyip ikrah ve
mustazaflığı birbirine karıştırıyorlar.
Aynı
şekilde ikrahın haddi, sıfatı ve şartları dinde zaruretle bilinmeyen fıkhın
feri konularındandır. Beyan edilmeye ve muhalif kişiye hüccet ikame etmeye
ihtiyaç vardır. Hâlbuki mustazaflık kişiden kişiye değişir. Zaruretlerde fıkhi
kitaplarda bilindiği gibi küçükle büyük, zayıfla güçlü ve yaşlıyla genç
arasında değişebilir.
Bunun
üzerinde deriz ki: İslam’ın aslına sahip olan müşriklere, şirklerinde yardım
etmeden veya muvahhidlere karşı onlara yardım etmeden ikrah, mustazaflık ve
zaruretleri beyan ederek bu zorunlu askerliğe istemeden katıldığı takdirde biz
bu gibi kimseleri tekfir etmiyoruz. Tabiî ki ikrah, zaruret ve mustazaflık
sınırlarını anlama konusunda sapık olduğunu söyleriz.
Ancak
başka alternatif dar-yer-yurt bulunduğu veya bu askerlikten firar ve kurtulma
imkânı kolaylaştığı takdirde, buna rağmen kişi askerliğe katılmaya ve müşriklerin
sayısını çoğaltmak için ısrar ederse böyle bir kişinin durumunun Allah Tealanın
indirdiği şu ayetteki kişiler gibi olmasından korkulur:
''Melekler
canlarını alacakları nefislerine zulüm eden kişilere: 'Ne işte meşgul idiniz’
derler. Onlar biz yeryüzünde mustazaf kimselerden idik diye cevap verirler. (Meleklerde) Allah’ın
arzı geniş değilmiydi ki, oraya hicret etseydiniz.' derler. İşte bunların
barınacakları yer cehennemdir. O ne kötü yerdir. (Nisa
97)
...Biz
tagutların ordularında asıl olanın küfür olduğunu söylüyoruz. Ancak onların
muayyen fertlerini iki taifeye ayırıyoruz.
Birincisi: Bu orduda
tagutların kendilerine veya şirklerine gerçek bir şekilde yardımcı olan
kimseler: Bunlar bu hal üzere ölürlerse küfür konusunda dünya ve ahiret
ahkâmında hükümleri tagutların hükümleri gibidir.
İkincisi: Onların
sayısını çoğaltıp ancak kendilerine şirklerinde veya muvahhidlere karşı
mücadelelerinde yardım etmeyenler; Dünya ahkâmında onların hükmü tagutların
hükmü gibidir. Yani onların askerleri-yandaşları oldukları, hizbinde ve
saflarında oldukları için onlar gibi muamele edilirler. Sonra kıyamet gününde
niyetlerine göre haşredilirler. Bizi ilgilendiren ise dünyada onların hükmüdür.
Çünkü muamele ve cihad konularında buna ihtiyacımız vardır.
Ancak
ahiret ahkâmında onların durumları bizi ilgilendirmez. O bize değil Allah’a
aittir.
Bu
ayrımın delili ise; Muttefekun aleyh olan müminlerin annesinin rivayet ettiği “Kabe’ye
saldırmak isteyen sonra Allah’ın ilkini ve sonunu batırdığı ordunun
hadisidir.”
Bu
orduda bilip istekle katılan ve mecbur olanların bulunmasına rağmen Allah Teala
hepsini helak eder ve ahiret gününde onları niyetlerine göre haşreder.
Dolayısıyla
biz tagutun ordusunun hepsine dünyada kâfirler gibi muamele yaparız. Ancak
onlardan ikinci taifeden tanımış olduklarımızı ve aynı zamanda onlardan da uzak
kalma imkânı bulduğumuz olanlar bu muameleden müstesnadır. Ayıramadığımız
olanları ise onların gösterdiklerine göre muamele ettiğimiz takdirde; biz
mazeret sahibiyiz ve hatta inşallah ecir sahibiyiz.
Bu
anlattıklarımızdan bilinsin ki tagutun ordusunu tekfir etmemizin illeti,
kesinlikle fertlerinin rejimin şemsiyesi altında çalışması değildir. Bu kelime
ne şer’i, nede sınırları olmayan geniş bir cümledir. Halkın çoğu da bunun
kapsamına girer. Hatta çöllerde, mağaralarda ve dağın zirvesinde yaşayanların
dışında neredeyse kimse bu cümlenin kapsamına girmekten kutulamaz. Ancak bize
göre tekfirin varlığı ve yokluğu kendisine bağlı olan müessir illet önceden
geçtiği gibi dostluk ve yardımdır. ( el-İşraka s.29 dan 34’ e kadar
olan kısım)
Şeyh
Makdisi'nin sözlerinden anlaşılıyor ki, tagutların orduları küfür taifeleridir.
Çünkü bu ordular, taguti rejimi korumak, tagutun kanunlarının uygulanmasını
sağlamak ve şeriatı getirecek muvahhid Müslümanlara karşı savaşmak gibi küfür
temelleri üzerine inşa edilmiş bir kurumdur. Bunun için söz konusu ordulara
katılmak küfri bir fiildir. Ancak bu ordulara her katılan kişi hakkında tekfir
manilerinin bulunup bulunmadığına bakmadan küfür hükmü vermeyiz.
Dolayısıyla
bu küfür taifelerinde bulunan fertler iki bölümdür:
Birinci
bölüm: Haklarında tekfir manileri bulunmayan kimselerdir. Bunlar
kafirdirler.
İkinci
bölüm: (Şeyh Makdisi kitabında sadece mecburiyetten bahsetmiştir.)
Mecburiyet şüphesi, cehalet veya tevil gibi haklarında küfür manilerinden
birisi bulunan kimselerdir. Bunlar kâfir değillerdir. Ancak mümteni, küfür
taifelerinde bulundukları için dünya ahkâmında küfür taifelerine davrandığımız
gibi onlara da aynı şekilde davranırız. İmtina sıfatı onlardan kalktığı zaman (elimize
esir düşmeleri gibi) durumlarını araştırmadan önce onlara kâfir muamelesi
yapmayız.
Şeyh
Eymen Zevahiri şöyle der: ''Ordular, kâfir hükümeti destekleyen riddet
taifesidir. Biz onlara muamele ederken fertler olarak değil taife olarak
muamele ederiz. Tabi ki tagutlara yardım eden riddet taifesinde şer’i
mazeretlerden dolayı Müslüman şahısların bulunması mümkündür. Ancak hakkında
şeri mazeretler bulunmayıp hükümetin şer’i hükmünü bilerek, istekli bir şekilde
kasten ona yardım eden kimseler muayyen olarak söz konusu hükümet gibi
murteddirler.
Biz
ise riddet taifesinin fertlerinin durumunu takip etmekle ilgilenmiyoruz. Sadece
taife olarak hükmünü bilmek bizi ilgilendirir. Bu muazzam şer’i bir asıldır.
Müslümanların cihadı ve savaşı bu şer’i asılla amel etmektedir.
İmam
Maverdi(rh) Mümteni mürtedin kudret altında olan mürtedden farklı olduğunu
zikretmiştir.
Son
Olarak şöyle diyoruz: Bir Müslüman’ın kendi isteğiyle küfrün ahkâmını savunan polise
ve orduya katılması caiz değildir. Çünkü bu iki grup Allah’tan başka kanun
koyan ve insanları ona tabi olmaya zorlayan kafir iktidarı korumaktadır. Aynı
zamanda bu iki taife küfür rejimini değiştirmeye çalışanlara karşı duran demir
yumruktur.
Bu
konuda Şeyhulislam İbn Teymiyye (rh) bu taifenin hükmünün bir olduğuna
dair hüküm vermiştir. Onlardan ikrah altında olanlar bile zahir dünyevi hüküm
açısından ikrah altında olmayanların hükmü gibidir. (
Cihadut-Tavagit s.23-27 arası özetlenerek aktarılmıştır.)
Şeyh
Ebu Katade şöyle der: Dolayısıyla kendilerini ‘mürted taife’ olarak nitelendirdiğimiz
kişiler; batılı kanunlaştıran, onunla hükmeden, onu koruyan ve öven
kimselerdir.
….
Adı geçen bu taifenin murted olduğuna hükmetmemizin; grubun bütün üyelerinin
küfür ve irtidadını ve hepsinin ebedi kalmak üzere cehennemlik olduğuna
hükmetmemizi de gerektirip gerektirmediği meselesi çok yönlü olup, delillerin
dikkatle incelenip mütalaa edilmesi gerekir. Bütün yöneticiler hakkında küfür
ile hükmedenleri aşırılık ve bidatle itham etmek ve bu konuda susmayı tercih
edenleri mürcie ve buna benzer bidatçilikle itham etmek, son derece hatalıdır.
Zira bu konu tartışma ihtimali bulunan tasavvuri konulardandır. Konunun
tartışma ihtimali taşıması, anılan taifeyi tekfire mani bazı amellerin
bulunmasındandır. Yoksa bunu anlamı, ‘Kafirlerle batini dostluk tespit
edilmediği sürece, zahiri dostlukla tekfir edememeyiz’ demek değildir. Bu görüş
daha öncede geçtiği üzere mürcienin aşırı gidenlerini görüşüdür.
Ancak
yine de bu ihtimal, anılan taifenin bir çok üyesi hakkında, tespitlerimize göre
tekfir engellerinden hiç biri bulunmadığı için onlara küfür ve irtidat hükmünü
vermemize mani değildir. Bu üyelerden bazıları,islami cemaatlerle muamelelerine
özel önem verseler de haddi zatında mürted taife içende polislik görevi
yapmaktadırlar. Şeriatı derinlemesine ve kapsamlı bir şekilde öğrenen, Ezher
Üniversitesi veya Şeriat Fakültesi gibi akademi okullarını bitirenlerden daha
fazla şey ezberleyen ve bunu sırf sorgulama esnasında Müslüman kardeşlerimizi
psikolojik olarak etkilemek için yapan bu kimselerin tamamı, kafir taife
içerisinde mütalaa edilmeye daha layıktır. Kaldı ki bazen her şey kendiliğinden
ortaya çıkmakta, saflar netleşmekte ve bütün askerlerin, İslam ordusuna karşı
küfür nizamını savunduğu çok iyi bilinmektedir. Hal böle iken bütün askerlerin
tekfir edilmemesi inattan başka bir şeyle izah edilemez. (EL
Cihad Vel İctihad s.128)
Muasır
cihad alimlerin çoğu küfür taifelerinde bu ayrımı benimsemektedirler. Ancak
onlardan Şeyh Abdulkadir bin Abdulaziz farklı bir görüşü seçip, “Küfür
ordularında bulunan şahısların muayyen olarak kâfir olduklarını söylemiştir.”
Haklarında
maniler bulunanların ise, söz konusu manilerin sadece ahirette onları azaptan
kurtaracağını söylemiştir.” Bu görüşü önceden söyleyenler yoktur. Yani eski ve
yeni âlimler tekfir manilerinden bahsederken o manilerin hem dünyada küfür
hükmünü, hem de ahirette azabı engelleyeceğini söylemişlerdir.
Cihad
alimlerinden olan Şeyh Ebu Yahya el-libi Şeyh
Abdulkadir bin Abdulazizin bu görüşünü ele alıp onu tenkid etmiştir. Bu konuda
bir risalesi vardır. Şeyh Eymen Zevahiri, bu risalenin okunmasını
tavsiye eder. Bu risaleden bazı alıntılar yaparak konuya daha iyi bir şekilde
değinmeye çalışacağız.
Şeyh
Abdulkadir, seçtiği bu görüşün delilini şöyle zikretmiştir:
''Sahabeler,
Museylemetul Kezzab ve Tulayha gibi nubuvveti iddia eden riddet liderlerinin
yardımcılarının muayyen olarak kâfir olduklarında icma etmişlerdir. Çünkü
mallarını ganimet aldılar. Kadınlarını cariye edindiler. (Ebu Bekir(ra)ın
dediği gibi) ölülerinin cehennemde olduklarına tanıklık yaptılar. Bu ordu
fertlerinin mümteni olmaları dünya ahkâmında haklarında olası bir küfür
manisine itibar vermeme sebebidir. Yani muayyen olarak bu fertlere küfür hükmü
veririz. Söz konusu maniler var ise ahirette sahibini azaptan kurtarır. Biz ahiret
ahkamında onlar hakkında hüküm vermeyiz.
Şeyh
Ebu Yahya el-libinin kitabından özetleyerek aktarıyoruz. Meseleyi
tam bir şekilde öğrenmek isteyenler Ebu Yahya el-libinin kitabına bakabilirler.
Bizim özetleyerek aktaracağımız alıntılarla yetinmemelidirler.
Ebu
Yahya el-libi şöyle der: Şeyh Abdulkadir sahabe, riddet liderlerinin
ordularını muayyen bir şekilde tekfir ettiler sözü ile Nubuvveti iddia
edenlerin askerlerini kast ediyorsa şüphesiz ki bu haktır. Ancak bu söz ile
sahabelerin, herhangi bir mürtedin askerlerinin kafir olduklarında icma
ettiklerini iddia ediyorsa, bu iddianın bir delile ihtiyacı vardır.
Hâlbuki
Şeyh Abdulkadir iki meseleyi birbirine kıyas etmiştir. Ancak bu kıyas aslında
batıldır. Çünkü sahabelerin tekfir ettiği kişilerin küfre girme sebepleri
herhangi bir riddet liderine destek verip onun askeri olmak değildir. Nübüvveti
iddia edenlere inanmalarıdır. Söz konusu kişiler bununla (nübüvveti iddia
edenlere tabi olmakla) birlikte mürtedlerin ordularına katılmasalar da
kâfirdirler. Dolayısıyla sahabe-i kiram, nübüvveti iddia eden kişilerin
tabiilerini ve taraftarlarını muayyen olarak tekfir etmişlerdir. Bunu şartlara
ve manilere bakmadan yapmışlardır. Çünkü bu insanlar sadece riddet liderlerinin
birisine yardımcı oldukları için değil, içerisine girmiş oldukları küfür, dinde
zaruretle bilinen bir küfürdür ve bu küfürde mümteni olanda-olmayanda aynıdır.
Şüphe ve tevil de düşünülemez. Çünkü nübüvveti iddia edenlere inanıp tabi olan
kimselerin tekfiri için şartların ve manilerin araştırılmasına gerek yoktur.
Çünkü bu konuda manilere itibar edilmez. Muteber ikrah bundan müstesnadır.
Muteber ikrah ise mümteni olanlarda da olmayanlarda da bulunabilir. Asıl olan
bulunmamasıdır.
Şüphesiz
ki nübüvveti iddia edenler tagutturlar ve aynı zamanda riddet liderleridirler.
Aynı zamanda günümüzdeki riddet iktidarları da onlar gibidir. Ancak, nübüvveti
iddia edenlerin küfrü; dinde zaruretle bilinen, ister avam olsun ister âlim
olsun her Müslüman’ın bildiği bir şeydir. Onların küfründe şüphe edenler ise
onlar gibi kâfirdirler. Ancak riddet iktidarlarının küfrü dinde zaruretle
bilinen şeylerden değildir. Bu konuda her şüphelenen veya muhalefet eden tekfir
edilemez. Çünkü görüyoruz ki bu zamanın tagutlarının küfrü, çoğu davetçi ve
âlimlerin indinde açık olmasına ve onların hakkında yazılan eserlerin çok
olmasına rağmen, tagutların bel’amlarının kandırmaları ve kafa karıştırmaları
bazı davetçi ve âlimlere bile etki etmektedir. Onların bazıları, hala söz
konusu tagutlara itaati vacip olan ve onlara karşı çıkmanın haram olduğu veli
emir gibi görmektedir. Bu söz batıl, sapık ve alçak olmasına rağmen, çoğu zaman
habis zındıklar bu sözü kullanmalarına rağmen, bunu söyleyen her tevil veya
ictihad sahibi kişilerin o habis zındıklar gibi niyetinin kötü olduğu
söylenemez.
Ebu
Bekir(ra) ın mürtedler hakkında cehennemlik tanıklığından kast edilen onların
fertleri değil genelidir. Çünkü aynı zamanda Müslümanların şehitlerine cennetle
tanıklık etmiştir. Ehli Sünnetin akidesine göre hakkında bir hadis gelmediği
sürece bir muayyene ne cennetle nede cehennemle tanıklık edilemez.
(Bu
konuda ehlisünnet âlimlerinin sözlerini daha ayrıntılı bir şekilde öğrenmek
isteyenler İmam Tahavinin akidesine bakabilirler.)
Yada
insanlar büyük günah işleyip tövbe etmeden öldükleri için cehenneme gireceklerdir.
Ebu Bekir (ra)ın sözü budur. Fakat ebediyyen kalacaklarını söylememiştir. (ihtimal
babından)
Her
halukarda Şeyh Abdulkadir hadise muhalif kaldı. Çünkü hadisi, Şeyh Abdulkadir
gibi anlayacak olursak sahabelerin; mürtedlerin askerlerine dünyada küfür
hükmünü ve ahirette ebediyyen cehennemde kalacaklarını verdiklerini söylememiz
gerekirdi. Ancak Şeyh Abdulkadir, tagutların askerlerine dünyada küfür hükmünü
vermekte ancak ahirette ise herhangi bir hüküm vermemektedir. Çünkü onlardan
mazur olanların cehenneme girmeyeceklerini söylüyor. Böylece bu konuda
sahabelere muhalif olmuştur.
Aynı
şekilde bir Müslüman hakkında küfür hükmünü engellemeyen, sadece ahirette azabı
engelleyecek bir küfür manisinin seleften geldiği nakledilmemektedir. Çünkü
âlimlerin cumhuruna göre tekfir manileri hem dünyada küfür hükmünü hem de
ahirette azabı engeller. Bunun için tekfir manileri zahirende batınen de
geçerlidir. Zahirle batın arasında ayırım yapmak bidat bir sözdür. Dolayısıyla
hakkında yakinen yada galibuzzanla küfür manilerinden birisi sabit olan kimseye
söz konusu mani kalkana kadar İslam hükmü verilir ve bu konuda mümteni olanla
olmayan arasında bir fark yoktur. Çünkü manileri araştırmanın sakıt olması
(düşmesi) ile manilerin iptali arasında fark vardır. Yani mümteni kişi hakkında
şartları ve manileri araştırmak vacip değildir. Bu mesele manilerin var
olduğunu bilmekle birlikte onlara itibar etmemek meselesine muhaliftir.
Buna
binaen deriz ki: Her taifenin özel durumu vardır. Taifelerin hükmü durumlarına
göre belirlenir. Bundan kastettiğimiz şey: Bu taifenin arasında tekfir
manilerinin bulunup bulunmaması ve fertler arasında ne kadar yaygın olduğudur.
Bu meseleyi incelemenin ve araştırmanın zaruri olduğu anlamına gelmez. Bilakis
onlar arasında yaygın olan ve hallerinden bilinen şeylerin itibari ile hüküm
verilir. Bu mesele bir zamandan başka bir zamana ve bir mekândan başka bir
mekâna değişiklik gösterebilir. Dolayısıyla burada sahabenin icmasının
zikredilmesinin bir anlamı yoktur. Onlar ancak riddet liderlerinin birisine
tabi olup Müslümanlara karşı ona yardım eden kişinin İslam’dan çıkartan bir
fiil işlediği konusunda icma etmişlerdir. Sonra bu taifenin fertlerinin tekfir
edilme konusunu taifenin halini bilene bırakmışlardır.
Son
olarak muasır riddet liderleri yandaşlarının hükmü muayyen olarak küfür iman
açısından ictihad dairesi içinde kalmaktadır. Bakışlar değişebilir. Ancak sahih
deliller ve sağlam istidlal üzerine inşa edilmiş olması şarttır.
Onlar
hakkında üzerinde ittifak edilmiş olan şeyler şunlardır:
—Murted
liderlerinin yandaşları çeşitli küfürler işleyip mumteni olmuşlardır.
—Müslümanlara
karşı kâfirleri desteklemek, masumların mallarını ve kanlarını helal kılmak,
kâfirlerin kanlarını korumak vs. hallerinden bilinen başka şeylerde vardır.
—Bunlardan
sonra bir zamanda ve bir yerde mumteni olan söz konusu taifelerden fertler
arasında muteber tekfir manilerinden biri yaygın olduğu takdirde, o taifenin
muayyen fertlerini tekfir etmek bu halde caiz değildir. Bilakis durumları belli
olanların dışında, asıl olan İslam hükmünün haklarında sabit olmasıdır. Buna
mukabil bu taifelerin bazılarında muteber manilerden hiçbiri bulunmadığı
takdirde taifenin muayyen fertlerini tekfir etmekten ve ölülerinin cennetle
tanıklık etmekten geri durmak caiz değildir. Ve böylece verilmiş olan hüküm,
dünya ve ahiret hükümlerini kapsar. Sırf zan ve hayallerle Müslüman’ın İslam
dairesinden çıkartılması kolay bir şey olmadığı gibi, İslam’dan çıktığı yakini
bir şekilde bilinenlere de İslam ile tanıklık yapmak caiz değildir.
—Dolayısıyla
bu taifenin fertlerini tekfir etme temeli; haklarında tekfir manilerinin
bulunup bulunmadığının bilinmesine bağlıdır. Bu alanda bakışlar değişebilir ve
ictihadlar farklı olur. Böyle bir şey, söz konusu taifenin fertlerinin
itikadını incelemek ve araştırmak, onların kalplerini teftiş etmek veya küfri
eylemleri helal kılarak mı yoksa helal kılmayarak mı işlediklerini araştırmakla
bir alakası yoktur.
—Bu
şekilde biliriz ki bu konu ictihadi bir konudur ve bunun için ihtilaf
sancaklarını kaldırmak husumet ve münazaa (kavga) yapmak doğru değildir.
(Nezaratu
fil icmail Kati Ebu Yahya el-libi)
Şeyh
Ebu Basir’e şöyle soruldu:
Soru : Huccet
ikamesi bakımından mümteni iken riddete düşen ile mümteni değilken riddete
düşen arasındaki fark nedir.
Cevap:
Elhamdulillahi Rabbil Alemin. Huccet ikamesi, ancak kişinin kendisinden
kaldıramadığı bir acizlik nedeniyle vacip olur. Şeri muhalefet küfür olsa da bu
böyledir. Her kim kendisinden kaldıramadığı şeri muhalefete düşerse ona huccet
ikame edilir. O hüccet kişinin acizliğini ortadan kaldırır.
Huccet
ikame edilmeden önce şeri hükümler, söz konusu kişinin şahsına (muhalefet
ettiği hususta) uygulanamaz.
Ancak
bir kimse kendisinden kaldırabildiği herhangi bir sebeple, onu kaldırmaya
çabalamadığı bir cehalet nedeniyle şeri muhalefete düşerse, o cehaletinden
dolayı mazur sayılmaz , ona hüccet ikame etmek vacip değildir. Şeri hükümler
onun şahsına uygulanır. Hakkı bilme konusunda aciz olanı aciz olmayandan ayırt
etmek için çeşitli konulara bakmak gerekiyor. Onlardan; kişinin yaşadığı çevre,
kişinin cahil olduğu mesele. O mesele kapalı meselelerden mi? Yoksa hakkın
yayıldığı açık meselelerden midir? Cehalet özrü ve ikametul hucce bütün
meseleleri takriben bu kuralın üzerine inşa edilmektedir.
Soruya
gelince şöyle derim:
İkametul
hucce açısından mümteni ile mümteni olmayan arasında bir fark yoktur. Çünkü
hüccet ikamesinin vacipliğinin illeti muhalefete düşen kimsenin mümteni olup
olmadığına bakmadan, kaldırılması mümkün olmayan cehaletin varlığıdır. Lakin
şöyle diyebiliriz: kişinin riddete düşmesi ile savaşmak ve kafirlere yardım
etmekle mümteni olduğu zaman murted kafir olarak onunla savaşmak kaçınılmaz bir
şeydir. Onun batını farklı ise Allah a havale edilir. Bu konuda biz
mazeretliyiz çünkü elimizde küfrü ve tekfir edilmesini gerektiren zahirinden
başka bir şey yoktur.
Soru: Şu kural
doğru mudur? ‘Kim küfür sözü söyler yada fiili işlerse onu muayyen olarak
tekfir ederiz. Ancak ahirette ki azaba gelince, bu onunla Rabbi arasında olan
bir şeydir. Huccetul ikameye bağlı olan bir şeydir.’ Allah sizden razı olsun
Cevap:
Elhamdulillahi Rabbil Alemin. Bu kural doğru değildir. Doğru olan söz ise
şudur: ‘Her kim –muteber şeri bir mani olmadan- açık bir küfür izhar
ederse, onu tekfir ederiz. Bu küfür üzere öldüğü takdirde ahirette azapta olacağına
hükmederiz.
Muayyen
bir kişinin kafir olduğuna hükmetmemiz – özellikle bu kişi Müslüman ise-
dünyada ve ahirette tesiri- hükümleri gerektirecek bir hükümdür. Dolayısıyla
mesele sadece ahirette ki azap meselesi değildir. Yani söz konusu kişinin cehaletinden
dolayı mazur olduğuna inandığın halde hangi hakla dünyada küfrü gerektirecek
hükümleri ona verebiliyorsun?!
Allah
Teala şöyle buyurur: ‘Bir peygamber gönderene kadar azap edecek değiliz’ (İsra
..)
İlim
ehlinin çoğu ayetteki azaptan hem dünya hem de ahiretteki azabın kastedildiğini
söylerler. Yani insanlara bir peygamberin daveti ulaşana kadar dünyada ki ve
ahiretteki azaptan kurtulacaklardır.
Dersen
ki: cehaletinden dolayı mazur olan, Resullerin daveti kendisine ulaşmayan asli
kafire niçin muayyen olarak küfür hükmü verdin.? Bu hüküm dünyada bir azaptır.
Derim
ki: ona muayyen olarak küfür hükmü verdik. Çünkü İslam a hiç girmemiştir. İnsan
ya kafir yada Müslüman olur. Kişi ancak kelime-i şahadeti söylediği yada onun
yerine geçen şeri alameti izhar ettiği zaman Müslüman olur. Bu adam (asli
kafir) bunu izhar etmemiştir. Bu kişiye muayyen olarak küfür hükmü
vermemiz, bizim tarafımızdan onuna cihad etmek; kanını malını vs. helal kılmak
gibi pratik bir fiili, gerektirmiyor. Ta ki ona daveti ve uyarıyı ulaştırdığımı
zaman ondan yüz çevirirse pratik bir fiile geçebiliriz.
(Ebu
Basir in Cehalet Mazerettir kitabından alıntılardır.)
Tagutun
ordularında iki küfür fiili vardır:
Birincisi:
Tagutu korumak
İkincisi:
Muvahhidlere karşı savaşta tagutlara yardım etmektir.
Hâlbuki
tagutu gerçek koruyanlar belli bir süre içinde zorla askerlik yaptırılanlar
değil, orduya kendi isteğiyle katılan sabit askerlerdir. Bu bilindikten sonra
tagut ordusu muvahhidlere karşı açık bir savaş halinde olmadıkları zaman şüphe
büyümektedir. Özellikle avam halkın genel anlayışı; ordunun görevinin halkı dış
düşmanlardan korumak olduğudur. Yine rejim hocalarının(bel’amlarının) fetvaları
halk üzerinde etki oluşturmaktadır. Bunun için bu gibi durumlarda cehalet söz
konusu olabilir.
Son
olarak deriz ki: Bu kadar şüpheler varken muayyenlerin ayrıntı yapmadan toptan
tekfir edilmesi doğrudan uzak bir iştir. Çünkü muayyenlerin tekfirinde çok
ihtiyatlı davranmak gerekir ve ufakta olsa şüphelerden dolayı tekfirden
kaçınmak gerekir. Şu misal buna iyi bir örnektir:
Malumdur
ki; Kuran mahluktur diyenler selef alimlerinin çoğu tarafından tekfir
edilmiştir. İmam Ahmet başta olmak üzere Ebu Hanife, Ebu Yusuf, Sufyan bin
Uyeyne (Allah hepsinden razı olsun) gibi âlimler bu sözleri söyleyenleri
tekfir etmişlerdir. Hatta Sufyan bin Uyeyne (rh) şöyle der: Kuran
Allah’ın kelamıdır, onun mahlûk olduğunu söyleyen kâfir olur. Bu kişinin
küfründe şüphe edende kâfir olur.
İmam
Ahmed (rh) zamanındaki halifeler Kuran mahlûktur diyorlardı. Sadece bunu
söylemekle yetinmiyor, Muhaddisleri, hocaları, imamlık görevi yapmak
isteyenleri, müftüleri... bu sözü söylemesine zorluyorlardı. İmam Ahmet bu
sözün küfür sözü olduğunu kabul etmesine rağmen, şüphe ve tevillerinden dolayı
ne halifeyi nede bu sözü söyleyen insanları muayyen olarak tekfir etmiyordu.
Halkı da halifeye karşı ayaklanmaya ve onu azletmeye karşı çağırmamıştır. Hatta
İmam Ahmed zindanda kırbaçlanırken Rumlara karşı savaşan halife Mu’tasıma ve
askerlerine zafer kazanmaları için dua etmiştir. (Şeyh
Ebu Basirin, Cehalet Özrü kitabının mukaddimesine bakılabilir.)
Aynı
şekilde ikrah sınırlarını bilmeyen yada bu konuda tevilde bulunup kendilerini
ikrah altında zannedip bu sözü söyleyenler, İmam Ahmedin fıkhi görüşüne göre
ikrah altında olmasalar da şüphelerinden dolayı imam Ahmed onları tekfir
etmemiştir. İmam Ahmed yanlış tevillerinden dolayı onları eleştirmiştir.
Önceden
belirttiğimiz gibi bir rivayete göre eziyete uğramadan yalnızca tehdit İmam
Ahmedin indinde ikrah sayılmaz. Ehli sünnet imamlarından olan Yahya bin Main
(rh) “Sadece tehditten dolayı kuran mahlûktur demiştir. Sonra İmam Ahmedin
yanına gelip Nahl suresinin 106. ayetini okumuş. İmam Ahmed ondan yüz çevirmiş
ve onunla konuşmamıştır.
İbni
Main özür dileyerek Ammar bin Yasir (ra)ın hadisini anlatmaya başlamış. İmam
Ahmed yine onunla konuşmamıştır. İbn Main İmam Ahmedin yanından ayrılmıştır.
Daha sonra İmam Ahmed, ibn Main’in arkasından şöyle demiştir: ''Ammar(ra)
hadisini hüccet olarak gösteriyor. Ammar(ra), Peygamber (sav)’e dedi ki: Sana
söverlerken onların yanından geçtim, onları nehy ettim, sövmeyin dedim... ve
beni dövdüler...''
Size,
sizi döveceğiz denildi.(tehdit) Bu söz İbni Maine ulaşınca şöyle dedi: Vallahi
gökyüzü altında, Allah’ın dininde senden fakih birisini görmedim.”
NOT:
Aynı şekilde İslam ülkelerinin çoğunda tagutun askerleri vardır.
Türkiye’deki yöntemi kullanarak Müslüman gençlere zorla askerlik
yaptırmaktadırlar. Bu orduların haline vakıf olan her kimse bu orduların küfür
üzere inşa edildiği konusunda tartışmaz. Çünkü ordunun ilk vazifesi rejimi
korumaktır. Rejim kâfir ise orduda küfrü koruyan bir küfür taifesi olur.
Bunu
bildikten sonra ordunun içinde sakallı, namaz kılan veya İslami faaliyetlerde
bulunan askerlerin bulunması ordunun hakikatini değiştirmez. Dolayısıyla Türk
ordusunda görev yapan askerlerin hükmü, diğer İslam ülkelerinde görev yapan
askerlerin hükmü gibidir. Bunun için Şeyh Makdisiden alıntı yaptığımız bölümde
zikredilen ayrıntılar Türkiye içinde geçerlidir.
Oy Kullanma Konusunda Âlimlerin Sözleri
Şeyh
Ebu Katade bu konu hakkında şöyle der:
Kanaatime
göre seçimlere katılanların hepsi kâfir olmaz Bunun sebepleri ise:
Birincisi:
Kanunlarında belirtilen seçim mahiyeti toplumun önde gelen birçokları
tarafından bilinmediğinden dolayı hiç şüphesiz ortada cehalet özrü bulunmaktadır.
Bu nedenle seçimlerin mahiyetini anlayan kardeşlerimizin, diğer insanlar
hakkında hüküm vermeye çalışırken onları da bu konuda kendileri gibi sanarak
hüküm vermeye kalkışmamaları gerekir. Özellikle seçim konusunun sonradan
meydana çıkan bir hadise olması ve selef tarafından üzerinde durulmaması
nedeniyle halkın bu konuda yeterince bilgi sahibi olmaması, onlar için mazeret
teşkil eder. Dolayısıyla onlar hakkında hüküm vermede acele edilmemelidir. Zira
bir şeyin mahiyetinin bilinmemesi, hükmün verilmesine engel teşkil eder.
Nitekim Arapça bilmeyen bir kimse övgü için kullandığını zannederek kötüleme
makamında kullanılan bir ifadeyi, övgü makamında kullandığı için
cezalandırılamaz. Çünkü cehalet özürdür.
İkincisi: Halkın,
kendilerine selef yolunun bekçileri gözüyle baktığı din âlimlerinin,
parlamentoya girmenin caiz olduğuna dair çok sayıda fetvaları, bu konu
hakkındaki şüphelerin artmasına ve konunu içinden çıkılmaz hale gelmesine sebep
olmuştur. Nitekim Yemende parlamento seçimlerinin yapılacağı bir sırada bu
müşrikçe yolun caiz olduğunu söyleyen din âlimlerinin görüşlerini yayınlayan
Yemen Islah Partisine ait bir dergi okuyuculara, sanki bu konuda hiçbir ihtilaf
yokmuş gibi bir fikir vermiştir. Ayrıca nasiruddin el-Bani (bazılarına göre
el-Bani daha sonra görüşünden dönmüştür.) ibn Baz ibn Useymin, Abdurrahman
Abdulhalık, Yusuf el-Kardavi, Muhammed el-Gazali ve daha birçok kişi; ıslah
maksadıyla parlamentoya girmek için aday olunabileceğini ve bunu caiz olduğunu
söylemişlerdir. Selef ve özelliklede ibn Teymiyyenin sözlerinden anlaşıldığı
üzere bu gibi ince ve üstü kapalı konularda kişi mazur sayılır. Ancak bu
mazeret konunun net bir şekilde ortaya çıkmasından sonra kibirlenenler hakkında
küfür hükmünün verilmesine mani değildir. (el-Cihad vel-İctihad s.174-175)
Şeyh
Ebu Basir bu konuda şöyle diyor:
Müslümanlardan
milletvekillerine oy verenlerin hükmü şöyledir:
1)
Oy vermek fiil olarak Allah Tealanın dininde küfürdür. Çünkü
Allah’tan başka bir mahlûkun uluhiyyetine ve seçimlerin önceden belirtmiş olduğumuz
yanlış yönlerine rıza ve kabul içermektedir.
2)
Bu fiili işleyen kişinin ise iki hali vardır.
Birincisinde muayyen
olarak kafir olur.
İkincisinde ise
mazeret ve tevilden dolayı kâfir olmaz.
Birincisi
oy verenin muayyen olarak kafir olduğu hal:
Kişinin
kendi sözünden veya halinden milletvekilinin mecliste yaptığı işin gerçeğini,
düştüğü şeri yanlışları, şeriatla çeliştiğini bilipte, buna rağmen hür ve
isteyerek seçimlerde milletvekiline oy verdiğini gördüğümüz zaman. Yani bu kişi
milletvekilinin, Allah’tan başka kanun koyma özelliği olduğu ve teşrii yapma
hakkı olduğu için oy vermektedir. Böyle bir kişinin muayyen olarak tekfir
edilmesi kaçınılmaz bir şeydir.
İkincisioy verenin
muayyen olarak tekfir edilmediği hal:
Bu
halde bu kişiye cehalet, ve muhalefet ettiği konudaki acizliği def eden şeri
hüccet ulaşana kadar bu kişi mazeret ve tevil kapsamındadır. Bu durum söz
konusu çirkin fiile katılan insanların çoğunluğunun halidir. Yani oy veren
kimsenin sözünden veya halinden milletvekilinin işinin gerçeğini ve düştüğü
şeri yanlışları bilmediğini gördüğümüz zamandır. Bilakis bu insan demokrasinin
hocaları ve davetçilerinden işitmiş olduğu sözlerden, demokrasinin güzel ve
parlak olduğunu bilmekte ve ona göre seçimlere katılıp oy vermektedir. Böyle
bir kişinin tekfir edilmesinden sakınmak kaçınılmaz bir şeydir. Şer’i hüccet
ikame edilene kadar ona öğretmek ve işlerin gerçeğini göstermek gerekir.
Mutlak
bir şekilde aktarmış olduğumuz ayrıntılara bakmadan ikinci kategoriye giren
kişileri tekfir, yerilen aşırılığın bir çeşididir. Aynı zamanda akıbeti ve
sonucu iyi olmayan, ilimsizce Allah’ın dininde cüret etmektir. Buna binaen
halkın maksatlarına riayet etmeden hamasetli kardeşlerin vermiş olduğu;
seçimlere katılan insanların genelini tekfir eden fetvaları kabul etmiyoruz ve
ondan razı değiliz.
Tekfir
konusu dikenli, dikkate, ilme, takvaya, ictihada, titiz davranmaya ve meselenin
gerçeklerinin bilinmesine ihtiyaç duyan bir meseledir. Bunun için bu ilmi yeni
öğrenmiş kişilerin muayyen insanlara küfür hükmü ve fetva vermeye cüret
etmesini doğru bulmuyorum. Kişinin mesele olarak fiilin küfür olduğundan
bahsetmesiyle yetinmesini, insanın dini ve nefsinin selameti için gerekli
olduğunu düşünüyorum.
Bir
şahsın şerri (kötülüğü) ve zararı yaygın olduğu halde, hakkında İslam
hükmünün bilinmesi gerekiyorsa -illaki bazı durumlarda zaruri olacaktır- ilim
ve dirayet ehline sorulur. Çünkü fetva onlara aittir. Bu konuda ehil olanlar
onlardır. Allah Teala şöyle buyurur: “Bilmiyorsanız
zikir ehline sorunuz.”(Nahl 43)
Tavsiye
ettiğimiz davranışlar tekfir edilmesi vacip olan kâfiri, yani onu tekfir
etmeyen veya küfründe şüphe eden kimsenin kâfir olduğu kişiyi tekfir etmekten
çekinmek değildir. Ancak bu meselede durmak ilimsizce müteşabih ve problemli
konulara girmekten çekinmek babındandır. Selamet; nefsi onu ilgilendirmeyen
veya ihtisası olmayan şeye sokmamayı gerektirir. (Bir Arap atasözünde
şöyle der) ''Şeyi bilmeyen kişi onu bulmayan kişi gibidir.
Dolayısıyla şeyi bulmayan onu veremez. (Yani kişi sahip olamadığı bir şeyi
veremez.) Selamete denk tutulacak bir şey yoktur. (Demokraside
ve Çok Partili Rejimlerde İslam’ın Hükmü s.190-191 Ebu Basir )
Şeyh
Makdisi Oy kullanma fiilinin küfri yönlerini saydıktan sonra şöyle dedi:
''Meclislerin
görevinin, insanlara hizmet vermek olduğunu düşünüp kandırılarak oy verenleri
tekfir etmediğimiz gibi, akrabalarını veya tanıdıklarını bu sebeple başa
getirmek için oy veren avamları tekfir etmiyoruz....Ancak ister yaşlı olsun
isterse başkaları olsun küfri kanunlar koyan meclislerin gerçek yüzünü bilmemektedirler
ve teşrii hakkına sahip olan sahte rab’leri seçmek için bu seçimlere
katılmamaktadırlar. Bunların yerine sorunlarını çözecek, kendilerine veya
bölgelerine hizmet edecek birilerini seçmek için bunu yapmaktadırlar. Onların
çoğunun kastı ve muradı böyledir. Bu şekilde oyunu tasvir etmekte ve
oynamaktadırlar.
Dolayısıyla
tevhidin aslına sahip olup tagutu ve şeriatını inkâr eden kimse bu zan ve kast
ile seçime katılırsa deriz ki; yaptığı amelin zahiri küfürdür. Çünkü yaptığı
ameli açıklamadığı sürece ne kast ettiğini bilemeyiz. Aynı şekilde (Allah’ım
sen benim kulumsun ben senin rabbinim) sözünün zahiri bize göre küfürdür.
Tabi ki bu sözü söyleyenin sözünün zahirini kast etmediğini ve hatalı olduğunu
bilmediğimiz sürece böyledir ve deriz ki: Hâkimiyeti Allah’a değil, halka veren
demokrasi oyununa zahiren katılanlar küfür amellerinden bir amel işlemişlerdir.
Ancak insanların hallerinde zikrettiğimiz karışıklıklar bulunduğu için
küfür hükmünü avamların muayyenlerine indirmiyoruz.
Ta
ki onlardan birisi kanun koyanları seçmeyi ve gerçeğin ne olduğunu bildiği
zaman (onu tekfir etmek söz konusu olur.) Aksi takdirde kanun koyan bu
meclislerin hakikati kişiye beyan edilene kadar tekfir edilmez. Bundan sonra
ısrar ederse ona muayyen olarak küfür hükmü vermekten çekinmeyiz. Aynı şekilde (Allah’ım
sen benim kulumsun ben senin rabbinim) diyen kişiye sen küfür sözü söyledi
deriz. Eğer sözünden dönüp mağfiret dileyip ben hata ettim, kastım Allah’a sena
ve hamd etmek idi. Dilimin söylediğini kast etmedim derse onu tekfir etmeyiz.
Eğer ısrar eder sözünden dönmez ve mağfiret dilemezse onu tekfir ederiz. Onun
sözü Firavunun söylediği ben sizin en yüce rabbinizim sözü gibi olur.
Dolayısıyla
kim kanun koyma hakkını kendisine veya başkasına vermeyi kast eder ve isteyerek
çabalar ise hemen kâfir olur. Çünkü küfür fiiline niyet etmekte, hatalı olmadan
bilerek ve isteyerek onu seçmektedir.
Aynı
şekilde intifaul kast (kasıtsızlık), sakallı milletvekillerinin bazısı
tarafından kandırılan cahil ve avamların çoğunun haline uymaktadır. Bu
milletvekilleri hakkı batılla karıştırırlar. Allah’ın şeriatını hakim kılmaya
davet ederler. Parlamentoya girmelerinin gayesinin bu olduğunu söylerler. Seçim
afişlerine yalan ibareler ve ''çözüm İslam’dır'' diye parlak, kandıran şiarları
yazarlar. Bunun gibi boş vaatlerle avamları kandırırlar.
Yaşlılar
veya avamlardan getirilip, kandırılıp, bu sakallıları seçtiği veya oy verdiği
takdirde Allah’ın şeriatının hakim olacağı anlatılıyorsa, aynı zamanda onların
kanun koyan küfri amellerinin hakikatini bilmiyorsa, parlamentonun hakikatinin
kanun koyan bir meclis olduğunu bilmiyorsa, Yani anayasanın açıkladığı gibi
hakimiyet ve kanun koymayı millete sarf etmek için değil, Ancak ona anlatıldığı
gibi Allah’ın razı olduğu İslam ile hükmetmek isteyenleri seçmek için bunu
yapıyorsa, bu kişiler küfür fiiline düşen yada düşürülen cahil, sapık
insanlardır. Ancak bu insanlara kanun koyan bu meclislerin hakikatini,
milletvekillerinin yapmış olduğu vazifenin hakikatini ve sürüklenmiş oldukları
oyunun hakikatini bildirene kadar onların muayyen fertlerini tekfir etmiyoruz.
Bütün bunları bilipte bu küfri dine katılmaya, üzerinde birleşmeye ve kanun
koyanları seçmeye ısrar ederlerse onları tekfir etmekten çekinmeyiz.
Bu
ayrıntıyı bilmek kaçınılmaz bir şeydir. Yani burada söz konusu mazeret veya
küfür hükmünü muayyenlere indirilmesini engelleyen mani ''intifaul kasttır''(kasıtsızlıktır)İntifaul
kastın sureti: bir kişinin mubah ve hatta haram bir şeyi yapmayı kast ederek
veya isteyerek; kastı veya seçmesi olmadan küfre ve şirke düşmesidir. Bu
hatanın kaynağı meclislerin hakikatinin bilinmemesidir. Bize göre mani olan,
kanun koyanı seçmek, kanun koyma hakkını ona vermek kastıyla birlikte kanun
koymakta itaat etmenin büyük küfür ve şirk olduğunu bilmemek değil; (meclislerin
hakikatini bilmemektir.)
Önceden
geçtiği gibi Peygamber (sav) bu babda (tevhidde) mazeret vermemiştir.
Yine
şu meselede dikkatli olmak gerekiyor ki: tek meselede olsa kanun koyanlara
yapılan itaat ancak kanun koymak ve küfür konusunda yapılan itaat olduğu zaman
küfür olur. Aksi takdirde mubahta ve masiyette bu kanun koyanlara yapılan itaat
küfür olmaz. (el-İşraka s.26-27)
Şeyh
Makdisi şöyle der: Tekfirde yapılan hatalardan biride; parlamento veya belediye
seçimlerine katılarak oy kullanan herkesin, amaç ve hata dikkate alınmadan ve
hüccet ikamesi yapılmadan tekfir edilmesidir. Hamasetli gençlerden bir çoğu,
tekfirde muteber olan kastın şekillenmesinde etkili olan cehalet özrünü dikkate
almadan, bu seçimlerde oy kullanan herkesi muayyen olarak tekfir etmektedirler.
Halkın
çoğu için, belediye seçimlerindeki küfür açık değildir.
Çünkü
çoğu kişi, vakıadan haberdar olan insanlarda olduğu gibi, tekel bayiliği,
meyhane ve genel evi gibi bir takım yerlere belediyeler tarafından işlem
yapıldığını ve ruhsat verildiğini bilmemektedir. Ayrıca belediye seçimlerine
aday olarak katılan ve Müslüman olduğunu söyleyen bir çok kişi, bu tür yerler
hakkında olumlu düşünmemekte ve buraların açılmasına yönelik işlem yapmadığı
gibi eski verilen ruhsatları da yenilememektedir. Onların bu durumları ise bir
çok kişinin aldanmasına ve seçimlere katılmasına sebep olmaktadır. Bu tür
seçmenleri, yasama meclisi üyesi olacak parlamenterlerin seçimine katılanlarla
eşit tutmak haksızlıktır.
Parlamento
seçimleri konusunda da, insaf gözü ile bakan herkes, bu kişilerin çoğunun,
kendilerine milletvekili olarak seçecekleri kişinin sebebi ile elde edecekleri
dünyevi hizmeti amaçladığını ve bu parlamentoların hakikatinin ne olduğunu
bilmediğini görür. Seçmenlerin çoğu, parlamentoya da, belediye meclisi veya
ercüman üyeliği gibi bakarlar. Çoğu zaman felçli veya sandalyeye mahkum
hastaların sedye üzerinde oy kullanması için taşıdıklarını, seçimlerin hakikati
konusunda bir bilgilerinin olmadığını, köy, mahalle veya semtlerine gelecek
hizmette rol almak veya uğradıkları haksızlığı gidermek ve zulümden kurtulmak
yada tutuklu yakınlarının ceza evinden çıkmasına sebep olacak af çıkarılmasına
sebep olmak veya bu seçimlere aday olarak katılan ve akrabalarından olan
kişileri desteklemek için oy kullanıldığını görmekteyiz.
Kimileri
ise, üzerinde ‘Tek Çözüm İslam dır’ gibi yazıların bulunduğu ve bu
parlamentolarda taguti kanunların çıkmasında ortak olan müşrikler tarafından
hazırlanan afişlere bakarak, İslam ı sevmeleri ve destek olmak istemeleri
sebebi ile bu seçimlere katılırlar. Bu tür insanlar, seçtikleri bu
parlamenterlerin, güya şeriatın bazı hükümlerini uygulamak için izleyecekleri
küfri faydasız yolu bilmemekte ve kast etmemektedirler. Buna da riayet etmek
gerekir.
Yasama
işlerine bulaşmayan, küfür kanunlarına saygılı olacağına ve koruyacağına dair
anayasa üzerinde yemin etmeyen ve buna benzer kişiyi küfre götüren söz ve
fiillerde bulunmayan kişiler ile; durumu bu olmayanlar arasında ayrım yapmak
gerekir. Bilindiği gibi her seçmen, küfür olan bu söz ve fiilleri işlememektedir.
(Bu
fark seçmenler ile parlamento da yasama yapan parlamenterler arasında ayırım
yapmaya bizi götürdü. Yoksa mesele kişinin mizacına ve tercihine kalmış yahut
delilsiz istihzandan ibaret bir mesele değildir.)
Kişinin
kastının küfür olduğu açık olan bu tür söz ve fiiller için kendisine vekil
atamak olması halinde, kendisinin hükmü de atadığı bu vekilin hükmü gibi olur.
Çünkü küfür olan bu işe destek veren ile, bunu bizzat uygulayan arasında fark
yoktur. Dolayısıyla küfre giren bu parlamenterleri destekleyen kişinin kastı,
bu küfür kanunlarının çıkarılması, küfür olan anayasa ve sistemin varlığını
devam ettirmesi ise, bu kişinin hükmü de, bu işi bizzat yapanın hükmü ile
aynıdır.
Ancak
parlamenterlerin işledikleri küfür olan bu söz ve fiiller hakkında gerçekler
çokça örtbas ediliyorsa ve seçmen bunu bilmiyor ve anlamıyorsa ve seçtiği
kişiyi sadece , köyüne kasabasına mahallesine veya şehrine hizmet götürmesi
amacıyla seçiyorsa, bu kişi diğeri ile aynı konumda değildir. Bu seçmen hata
etmektedir ve bu parlamenterleri, küfür yasaları çıkarmaları amacıyla seçmiş
değildir.
Bu
nedenle böylelerini, kendisine hüccet ikamesi yapılamadan ve parlamenterlerin
yaptıkları yasama işinin mahiyeti açıklanmadan, İslam a ve Allah Teala nın
dinine aykırı olan işler ile uğraştıkları belirtilmeden tekfir etmek doğru
değildir. Bu durum kendilerine açıklanıp, gerekli hüccet ikamesi yapılmasına
rağmen, seçimlere katılma konusunda hala ısrar ederlerse, bu hükmü hak etmiş
olurlar.
Yukarıda
söylenenlerden şu sonuca varmaktayız: tekfirin sebebi daha önce belirttiğimiz
gibi, söz ve fiil ile sınırlı ise de, ahvalin ve manaların karışması,
insanların cehaletleri, iş ve sözlerini anlamların hakikatini bilmemek gibi
sebepler ile ihtimallerin birden fazla olması durumunda kişinin kastını
araştırmak ve kesin olarak tespit etmek gerekir. ‘Delaleti ihtimalli olan söz
ve fiiller ile insanların tekfir edilmesi’ bölümünde, kişinin söylediklerinin,
örfüne göre değerlendirilmesi ve gerekli karinelere bakılması gerektiğini
açıklamıştık.
Bu
çağda oy meselesi gerçekten büyük bir fitne ve genel bela halini almıştır.
İnsanların çoğu oy vermenin içerdiği şeri muhalefeti ne yazık ki
bilmemektedirler. Bel’amların fetvaları; meseleye ağı şüpheler düşürmektedir.
Dolayısıyla hüccet ikame etmeden avam halk tekfir edilmez.
Bu
gibi durumlarda Şeyh Makdisi İbn Teymiyye (rh) ın şo sözlerini aktarmaktadır:
….İbn
Teymiyye (rh) şöyle der: ‘Bazı yerlerde ve zamanlarda heva sahipleri çok
olabilir ve söyledikleri sözleri, cahiller tarafından ilim ve sünnet erbabının
sözleri derecesinde görülebilir. Öyle ki bunları yöneten kişiler de ne
yapacağını bilmez olur ve Allah Tealanın hüccetini ortaya koyacak kişilere
ihtiyaç duyabilir.
(Mecmu’ul
Feteva c.3 s.152)
Dolayısıyla
parlamento seçimlerinde tafsilata inmeden ve ayırıma tabi tutmadan, bu
seçimlere katılan bütün herkesi tekfir etmek, yapılan açık hatalardandır.
Özellikle bu parlamentoların ve parlamenterlerin hakikatinin bilinmediği, bu
konuda kasıtların ve durumların farklı olması mutlaka göz önünde bulundurulması
gerekenlerdendir.
İbn
Teymiyye (rh) şöyle der: ‘ Kendisine delil gösterilmeden ve doğru açıklanmadan,
kimsenin, hata ve yanlıştan dolayı bir Müslüman ı tekfir etmeye hakkı yoktur.
Kişinin İslam ı kesin olarak sabit olduktan sonra, şüphe ile yok olmaz. Ancak
şüphe giderildikten ve gerekli hüccet ikamesi yapıldıktan sonra hala ısrar
etmesi halinde, onun İslam ı yok olur. (Mecmu’ul Feteva c.12 s.250 Daru
İbn Hazm baskısı)
(30
Risale s. 303-312)
Demokrasi
oyunu neredeyse İslam ülkelerinin çoğunda oynanmaktadır. Halkın büyük bir kısmı
bu oyunun içindedir. Yine İslam ülkelerinin çoğunda dinin giysilerini giyip
İslam’ı istismar ederek şeriat getireceğiz diye insanların dinini bozan
münafıklarda vardır.
Örnek: Mısır,
Ürdün, Suriye, Pakistan vs. gibi ülkeler Hatta Türkiye’de İslam’ istismar
ederek iktidara gelen şahısların benimsediği fikrin babaları Mısırda ve
Ürdün’de çok yaygın olan İhvan-ı Müslim’indir. Bundan dolayı cihad âlimlerinin
yapmış olduğu ayrıntılar Türkiye içinde geçerlidir.
Tevil
Şeyh
Ebu Basir şöyle diyor: ‘Tevil bazen muayyen kişiyi tekfir etmeyi ve
azabı engeller. Bu, tevilin çeşidine, gücüne, güçlülüne, şer’an aklen, lugaten
kabulüne bağlıdır. Muayyen bir kişiye tevilinden dolayı mazur olup olmadığına
hükmettiğimiz zaman bir çok konuya bakmamız kaçınılmaz bir şeydir. Onlardan
tevil edilen mesele, tevile ihtimalli midir değil midir?
Tevilin
kendisi şer’an aklen lugaten kabul edilir mi edilmez mi ve tevili eden kişinin
şahsına bakılır. Bu tür tevile onu sürükleyen çevresinin şartlarına bakılır.
Kişinin hayatına ve Allah’ın dinindeki genel durumuna bakılır. Yani zındıkların
kullandığı tefsir ve tevilleri kullanan biri midir değil midir? Bu konuların
hepsi geçerli olan tevili, geçerli olmayan tevilden ayırt edecek ölçülerdir.
Ayrıca tevilin derecesini belirtir. Bazı teviller muayyen kişinin tekfir
edilmesini engeller ancak ona sapıklık, günahkarlık, tazir hükümlerini
engellemez. Bazı tevillerde riddet haddini kişiden düşürür. Diğer hadleri
düşürmez. Bu, fıkhın zor bir bahsidir. Burada onu ayrıntılı bir şekilde
göstermek mümkün değildir. İnsanların tevil sahibi olup olmadıklarına karar
verecek kişi fıkhın bu bahsini çok iyi bir şekilde bilmesi kaçınılmaz bir
şeydir. Allah en doğrusunu bilir. (Ebu Basir Cehalet Mazerettir
kitabından)
Bil
ki tevil bazen sahibini mazeretli kılar; delili bilene kadar ondan mutlak bir
şekilde mükellefiyeti, sorumluluğu kaldırır. Bazen de sahibini sadece bazı
yönlerde mazeretli kılar. Başka yönlerde ona günahı ve sorumluluğu yükler.
Bunun misali Harici’lerdir. Bak onların tevilleri ve şüpheleri, Hz Ali (ra) ın
onları tekfir etmesinden alıkoydu. Ancak onlarla savaşmaktan onları öldürmekten
ve günahkar saymaktan onu men etmedi.
Bazen
de tevil –tevil ismini alsa da- herhangi bir yönden sahibini mazeretli
kılmaz. Tevil şeriatın naslarını ve kurallarını tahrif ettiği, Karmati
Batiniler vs. lerin tevilleri ne aklen ne şer’an nede lugaten kabul edilmediği
zaman böyledir. (Ebu Basir Tekfir Kuralları s.213)
Derim
ki kabul edilecek tevilin , aşılması günaha ve sıkıntıya düşüren belli ve sabit
bir sınırı yoktur. Belli bir şahsa göre kabul edilecek tevil başka şahsa göre
kabul edilmeyebilir. Çünkü bu, her ikisinin elindeki ilme ve çevresindeki
şüphelere bağlıdır. Yinede meselenin kendisine, meselenin kapalılığı ve
şüphelerinde bağlıdır. Bir mesele bir şahıs için bilinen ve muhkem bir mesele
olabilir. Dolayısıyla tevil nedeniyle mazur olmaz. Aynı mesele başka bir şahıs
için bilinmeyen ve müteşabih bir mesele olabilir. Dolayısıyla tevili nedeniyle
mazur olabilir. (Tekfir kuralları 77-78)
Ebu
Basir şöyle der: Tevilin bir kısmı, kişiden (dünya ve ahirette) cezayı
düşürür. Bir kısmı ise cezalardan sadece küfür hükmü vermeyi engeller. Bir
diğer kısmı ise küfürle birlikte cezaları mutlak bir şekilde men eder. Her
tevil sahibini yaptığı hatadan dolayı affolunacağı ve hak ettiği cezadan
kurtaracağı anlamına gelmez. Bu meseleler tevilin çeşidine, güçlülüğüne ve şera
aklen lugaten kabulüne bağlıdır. Bunu dikkate al! (Tekfirin
Kuralları 155)
Tevil,
Cehalet Konusunda Çevrenin Önemi:
Ebu
Basir şöyle der: şeriatın hükümlerinin belli zaman ve mekanlarda bilinip
bilinmemesi, tekfirin manilerinden olacağına ve muayyen kişiyi azaptan
kurtaracağına dair delil olarak şu hadis gösterilebilir. Rasulullah (sav) şöyle
buyurdu:’bugün siz alimleri çok hatipleri az bir zamanda yaşıyorsunuz. Her kim
bildiğinin onda birini bırakırsa sapar. Öyle bir zaman gelecek ki, hatipleri
çok alimleri az bir zaman gelecektir. O zaman her kim bildiğinin onda birini
yerine getirirse kurtulmuş olacaktır.’( Silsile-i Saliha)
Peygamber
(sav) in alimlerin çoğaldığı bir zaman ile alimlerin azaldığı zaman arasında
nasıl bir ayrıma gittiğine dikkatle bir bak! İlkinde bildiğinin onda birini
bırakana helak ve azapla hükmetti. İkincisinde alimlerin az oluşu nedeniyle
bildiğinin onda birini yerine getiren kimseye kurtuluş ve başarı vaat
etmektedir.
Ayrıca
Huzayfe (ra) dan gelen şu hadis delil olarak gösterilebilir:
‘İslam
elbisenin nakışının kaybolduğu gibi, İslam‘ın da nakışı kaybolup gidecektir.
Hatta oruç nedir namaz nedir kurban nedir zekat nedir bilinmeyecektir. Bir gece
Allah’ın kitabı silinecek ve yeryüzünde ondan bir ayet dahi kalmayacaktır.
İnsanlardan yaşlı adamalar ve kadınlar kalacak onlarda şöyle diyecek:
Bari
babalarımızdan öğrendiğimiz La İlahe İllallah kelimesini söyleyelim.
(Hadisi
rivayet eden tabii) Sıla ona (Huzayfe'ye) namaz nedir oruç nedir kurban nedir
zekat nedir bilmeyenlere bunu faydası ne olacak ki?
Huzaeyfe
bu soruya cevap vermedi. Tam 3 kere tekrarlamasına rağmen Huzeyfe onu cevapsız
bıraktı. Üçüncüsünde ona dönerek şöyle dedi:
‘Ey Sıla, o
söz (La İlahe İllallah) onları ateşten kurtarır.’ (İbn
Mace Sahihi)
Bu
hadis cehaletin mazeret olduğuna bir delildir. Ayrıca İslam’ın hükümleri
unutulmuş bir zamanda ve mekanda yaşayan bir insan ilme ulaşamıyorsa, ilimde
kendisine ulaşmıyorsa ve bunu sebebiyle namaz nedir oruç nedir bilmiyorsa bu
insanın mazur olduğuna ve inşallah kelime-i şahadeti söylemesinin ona fayda
vereceğine dair bir delildir. (Tekfir Kuralları 79)
Bir
Müslüman, küfrünü bilmediği bir kafirle dostlukta bulunabilir. Bu durumda,
dostlukta bulunduğu kişinin kafir olduğu ve onunla dostlukta bulunmasının caiz
olmadığı yönünde hüccet ulaştırılıncaya kadar, kafirlerle dostlukta bulunma
hükmünün o Müslümana hamledilmesi cazi olmaz. Ancak hüccet kendisine ulaşmış olmasına
rağmen, kafirlerle dostluğa ve onlara yardımda bulunmaya devam ederse, bu kişi
tekfir edilir ve Allah Teala ‘İçinizden kim onları veli edinirse,
muhakkak o da onlardandır. (Maide 51) ayetini kapsamına girer.
(Ebu
Basir İslamdan Çıkaran ameller.)
Şevkani
(rh) şöyle der: ‘‘ İşte burada şunu derim ki; dinde aşırılığın, Kur'an Sünnet
burhan ve Allah Tealanın bildirmesi olmadan, Müslümanların birbirini tekfir
etme cinayetine varması karşısında dökülür ve hem İslam a hem de Müslümanlara
ağıt yakılır. Dinde aşırılık ve taassup kazanları kaynayınca ve şeytan
Müslümanları birbirine düşürmeyi başarınca, havadaki toz ve çöldeki serap gibi
olan basit şeyler yüzünden, hevaları onlara birbirlerini tekfir etmeyi telkin
etti. Müslümanların hiçbir şekilde uğramadığı bu musibet karşısında Allah
Tealanın Müslümanların yardımına koşmasını istemekten başka ne söylenebilir!
Bütün bunlar karşısında Allah Tealanın murakabesinden bir eser bulunan, İslami
gayretten bir nasibi olan ve bu dini anlayan herkes bilir ki:
Rasulullah
(sav) İslam’ın hakikati sorulduğunda şöyle buyurmuştur:
‘İslam;
namaz kılmak, zekatı vermek, Allah’ın evini hac etmek, ramazan orucunu tutmak
ve Allah Teala dan başka ilah olmadığına şahitlik etmektir.’ Bu
anlamdaki hadisler mutevatirdir.
Kim
olursa olsun bunu kabul etmeyenlerin aksine, bu beş temeli yerine getiren ve
gerektiği gibi işleyen kişi Müslümandır. Kim buna aykırı olarak değersiz
sözler, yanlış bilgiler ve cahilce şeyler öne sürerse, onları yüzüne çal! Ve
Muhammed (sav) in buranı senin bu saydıklarından önde gelir de!’ Muhammed (sav)
in sözü karşısında bütün sözleri bırak! Dininden emin olan kişi, macera arayan
kişi gibi değildir.’’
(Es-Seylul-Cerrar
c.4 s.584)
İbn
Temiyye (rh), kendilerinden daha üstün konumdaki ilim ehlinin dahi hata
yapabildikleri bazı konularda yanılan zümrelerin tekfir edilmesine karşı çıkmış
ve bu zümreler gerçekten bidat sahipleri de olsalar, onlara kafir muamelesi
yapılmasını şiddetle eleştirmiş bu tür zümreleri tekfir eden veya onlara kafir
muamelesi yapanların bidatinin, bunların bidatlerinden daha büyük olabileceğini
belirterek şöyle demiştir,:
‘Bu
nedenle selef muhalif konumda olsalar birbirine din dostluğunda bulunmuş ve
kafirlere yapılan düşmanlık gibi muamelede bulunmamışlardır. Onlar, birbirinin
şahitliğini kabul eder, birbirinden ilim öğrenir, karşılıklı miras ve evlenme
hukukunu yerine getirir ve birbirlerine Müslüman muamelesi yaparlardı.’’
(Mecmu’ul
Feteva c.9s.176 Daru İbn Hazm baskısı)
Kadı
Iyad ‘Tevil Nedeniyle Tekfir Edenlerin Durumu ‘
başlıklı bölümde muhakkik alimlerden şöyle nekleder:
‘Tevil
ehlini tekfir etmekten saknmak gerekir. Çünkü namaz kılan tevhid ehlinin Kanını
dökmenin mübah olduğunu söylemek çok tehlikelidir. Bin kafir hakkında onların
hayatta kalmasına sebep olan bir hata, bir Müslüman’ın kanını akıtma hatasından
daha hafiftir. (Eş-Şifa c.2 s.227)
2.
Bölüm (SON)